Prof. Dr. Nasuh Oğuzhan Altay,
Ege Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü
Bornova-İzmir
oguzhan.altay@ege.edu.tr
ÖZET
Yeni Türk devletinin iktisadi düzeninin yönü 17 Şubat 1923’de toplanan İktisat Kongresi ile belirlenirken, Atatürk’le birlikte kapitalizmin inşası özel sektör destekleri ve devletçilik politikalarıyla yürütülür. 1945-1960 dönemi batı dünyasına eklemlenme sürecinin başlangıcıdır. Altmışlı ve yetmişli yıllarda kalkınma uğraşları kalkınma planlarıyla gerçekleştirilmiştir. Küreselleşme sürecine uyum ve ekonomideki tıkanmalar 24 Ocak 1980’den IMF ve WB’nın istikrar paketleri ile aşılmaya çalışılırken, süreç new-neo liberal politikalarla yönetilir. Yanlış istikrar paketleri ikibinli yılların başlarında krizleri getirmiş, son on yıldır yakalanan göreceli istikrar değerli kur politikalarıyla sürdürülmüştür. Ancak cari açık, işsizlik ve gelir dağılımı sorunları çözülememiştir. Küresel finansal kriz 2009 yılında ekonomimizi derinden etkilemiştir. Öte yandan 1959’da tam üyelik için başvurduğumuz AET, 1992’de AB’ne dönüşürken, 1963 Ankara Anlaşması’ndan Gümrük Birliğine, aday ülkeden tam üyelik müzakerelerine Türkiye-AB ilişkileri herşeye rağmen sürdürülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Milli İktisat, Liberal Dönem, Kalkınma Planı, Yeni Dünya Düzeni, İsitkrar Paketi, AET, AB, Gümrük Birliği, Aday Ülke, Küresel Finansal Kriz,
Giriş: Devlet ve Ekonomiden Milli Devlet ve Milli İktisada
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1838 Balta Limanı Antlaşması ve hemen bir yıl sonrasında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile yeni bir dönem aralanacaktır. İngiliz kapitalizmi başta olmak üzere Avrupa’da gelişen liberal dalga sözü edilen antlaşma ve fermanların sonucunda Osmanlıyı etkilemiş ve dış ticaretini serbestleştirmiştir. Nitekim Osmanlı gümrüklerini, o dönemin güçlü ekonomileri olan İngiliz, Fransız ve diğer Avrupalı ülkeler ile Osmanlıda yerleşik azınlıkların lehine ve imtiyazlarla aralamıştır. Bu süreç Ahilik Sistemine dayalı Osmanlı üretim düzenini olumsuz etkilemiş ve Ahilik Sistemi zaman içerisinde yok olmuştur. Ulusal ve uluslararası düzeyde serbestliğe dayalı iktisadi liberalizm ya da diğer bir anlatımla Adam Smith’in öncülüğünü yaptığı İngiliz Klasik İktisat Düşüncesi tepkilerini de beraberinde getirmiştir. Tepkilerin sonucu olarak Alman romantiklerinin milliyetçi düşünceleri ve uyguladıkları milli iktisat politikalarının başarıları Osmanlı’da taraftar toplamıştır. Süreç, Türk milliyetçiliğinin gelişimini uyarırken, milli iktisat politikaları 1914–1918 döneminde Osmanlı’da uygulanmıştır. Sözü edilen düşünce
1 Bu çalışma Ege Üniversitesi EKAM Siyaset Okulu (2011) için hazırlanmış ve yayımlanması için ilgili kuruma teslim edilmiştir.
2
akımı gümrük duvarlarının yükseltilmesi ile milli ekonominin korunmasını önermektedir. Diğer yandan izlenilen politikalarla milli tüccar (işadamı) yetiştirilecektir. Balkan Savaşları ile başlayan savaş yılları Kurtuluş Savaşı ile devam edecek ve buradan yeni bir devlet doğacaktır.
Yeni Türk devleti ve dolayısıyla ekonomi böylesi bir mirasla karşı karşıyadır. Hem Türk ekonomisi, hem de Atatürk dönemi ekonomisi incelenirken uygulanan iktisat politikalarına yön veren düşünceler ve tarihi temellerin yanı sıra devlet, milli devlet ve milli iktisat kavramları öne çıkmaktadır. Çünkü yeni bir devlet kuruluyor. Yeni devleti şekillendirecek ve bu yeni döneme egemen olacak milli devlet, milli ekonomi ve Atatürkçülük görüşleri önem kazanmaktadır. Bu nedenle tümevarim yönteminden hareketle konuyu devleti tanımlamakla başlayalım.
Devleti tanımlarsak, millet, vatan ve egemenlik ile siyasal örgütlenme unsurlarından oluşan hukuki bir tüzel kişilik olarak ifade edebiliriz. Bu unsurlara göre devlet, “kurumların varlığını gerektiren, kurumsal düzeyde somutlaşmış bir iktidar biçimi” veya “kurumsallaşmış bir siyasal iktidar ya da sivil toplumun kendi kendisinin bilincine varmasını ifade eden belirli bir toprakla sınırlı bir örgüt, bir siyasal örgüt” olarak da tanımlanabilmektedir. Anlaşılabileceği üzere bu tanımlar; devletin hukuki, siyasal ve sosyolojik boyutlarını dikkate almaktadır.
Öte yandan devletin fonksiyonlarına bakıldığında, ulusal güvenlik, adalet ve iç güvenlik ile asayiş gibi klasik anlamdaki fonksiyonlarının dışında sosyal ve iktisadi fonksiyonları görmek mümkündür. Uygarlık tarihi boyunca iktisadi, siyasi ve toplumsal gelişmeler devletin şekillenmesini uyarırken gerek iktisadi düşünceler, gerekse siyasal düşüncelerdeki gelişmeler devlete bazı iktisadi görevleri vermiştir. Ancak bu iktisadi görevler ya da fonksiyonlar devlete egemen olan görüşler tarafından daraltılabileceği gibi genişletilebilmektedir. Örneğin genel anlamda bakıldığında klasik iktisatçılar devletin ekonomiye müdahalesini reddederken, 1929 yılında yaşanan büyük iktisadi krizin ardından devletin ekonomiye müdahale etmesinin gerekliliği yönündeki görüşler kabul görmüştür. Konumuzun tarihsel sürecinin ötesinde de olsa belirtmekte yarar vardır. Yetmişli yılların ortalarından itibaren artan küreselleşme eğilimleri hem dünyanın kapitalist cephesinde, hem de ona eklemlenmiş ülkemizde seksenli yıllardan itibaren devletin küçültülmesi ve kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gibi politikalar uygulama alanı bulmuştur. Buna karşın, 2008–2009 yıllarında yaşanan küresel finansal kriz devletin, iktisadi müdahale araçlarının ve fonksiyonlarının arttırılması gerekliliğini yeniden tartışılır hale getirmiştir.
Gelinen noktada devletin iktisadi fonksiyonlarının varlığının yanı sıra iktisadi bir aktör olduğu, kabul gören bir yaklaşımdır. Tartışılan, devletin iktisadi fonksiyonlarının sınırı ve gücü ile ilgili konulardır. Devletin üstlendiği roller ve iktisadi fonksiyonlar, bir taraftan iktisadi sistemin tanımlanması, diğer taraftan devletin rol ve fonksiyonlarının iktisadi görüşlerce tartışılması gibi bir konuyu gündeme getirmektedir.
Gerek devletin varlığı ve örgütlenme biçimi, gerekse devletin ekonomideki yeri ve rolü doktrinlerin ve düşünürlerin farklı görüşleri ile açıklanabilmektedir. Örneğin devlet biçimleri olarak tek devlet ve birleşik (federal) devlet ile monarşi ve cumhuriyetten söz edilirken, iktisadi düzen ve sistem açısından bakıldığında da merkezi planlı ekonomi ve serbest piyasa ekonomisi ya da sosyalist ekonomi ve kapitalist ekonomi gibi ayrımlar yapmak mümkündür. Bu ayrımlar çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde olduğu kadar, 1923–1939 dönemi Türkiye ekonomisinin biçimini anlamak ve analiz edebilmek için de
3
önemli ipuçları verecektir. Şöyle ki, Yeni Türk Devletinin devlet biçimi, örgütlenme yönünden tek devlet, egemenlik hakkı yönünden ise cumhuriyet olarak ifade edilebilecek, iktisadi düzeni ise kapitalizm yönünde sürdürülecektir. Bütün bunları dönemin özgün koşulları içerisinde analiz etmek gerekir. Üçüncü nesil insan haklarının kabul gördüğü günümüzün demokrasi ve piyasa ekonomisi anlayışı, koşulları ya da penceresinden bakarak o günleri değerlendirmek ve hatta yargılamak doğru sonuçlar vermez.
Tek devlet, millet unsurundan hareketle açıklanmak istenirse milli devlet (ulus devlet) kavramına ulaşılabilir. 15 ve 16. Yüzyıllarda Avrupa’da egemen olan Merkantil dönemden itibaren başlayan iktisadi ve siyasi gelişmeler ile Fransız İhtilalı sonrası dönemlere rastlayan milliyetçilik akımlarının etkisi milli (ulus) devlet olgusunu güçlendirmiştir. Milli devlet biçiminin, 1648 Vestfalya Antlaşmasıyla doğduğu ifade edilmektedir. Milli devlet, millet -ulus- temeline dayalı olup, bu da çoğunlukla halkın homojen bir yapıya sahip olması ile açıklanabilmektedir. Bunun anlamı, ırk, dil ve kültürel bağlarda yakınlık ve benzerliklerdir. Bazı yazarlar, bu unsurları barındıran hiçbir homojen devletin olmadığını belirtmektedir. Ancak konuya ırk, dil ve din birliği gibi unsurlara bağlı objektif milliyetçilik yerine, ortak bir geçmiş ve gelecekte birlikte yaşama düşüncesine dayalı sübjektif milliyetçilik açısından bakılırsa milli devlet daha iyi anlaşılabilir. Dolayısıyla milli devlet anlayışında, milletin ortak bir ülküye sahip olması ve milli egemenliğin o ülkede geçerli olması büyük önem taşımaktadır. Diğer taraftan herhalde milli devlet olgusuyla birlikte milli iktisattan da söz etmek gerekir. Örneğin Mumcu, 1923 yılı Şubat ayında İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi sonuçlarının milli iktisat ilkesini öne çıkardığını ve bununda Atatürk döneminde uygulama imkânı bulduğunu belirtmektedir. Ancak milli iktisat deyimini, milli iktisat akımından hassas bir şekilde ayırmak gerekir. Çünkü her ülkenin ekonomisi hangi iktisadi görüşe göre şekillenirse şekillensin kendisi açısından millidir ve dolayısıyla milli (ulusal) bir ekonomiye sahiptir. Buna karşın milli iktisat akımının bir sonucu olarak kullanılan milli iktisat deyimi ise çok daha farklı bir anlam ve içeriğe sahiptir.
1. Ekonomide Devletin Rolüne İlişkin Teorik Ayrım
Bu ayrımda temel ilkeler dikkate alınarak piyasa ekonomisi yaklaşımı içerisinde kalmak üzere klasik ve keynesyen görüşte ekonomide devletin rolü ortaya konulacaktır. Görüşler açıklanırken özellikle klasik görüşün öncüsü Adam Smith ile keynesyen görüşün öncüsü J. Maynard Keynes’in görüşlerinden yararlanılacaktır.
a- Klasik İktisadi Düşünce ve Adam Smith’e Göre Ekonomide Devletin Rolü
Merkantil dönemle birlikte ticaretin ve tüccarların ekonomideki artan rolü sanayi devrimiyle birlikte daha da gelişmiştir. Bu yeni durum ile yeni sınıfın (burjuvazi) konumuna ilişkin Voltaire, “İngiltere Mektupları” adlı eserinde şunları yazmaktadır: “Ticaret, İngilizleri zenginleştirirken, onları özgürleştirdi de. Bu özgürlük, ticareti yaygın hale getirdi, ticaret de devletin büyümesini sağladı”. Dolayısıyla bir taraftan ekonomik büyüme, diğer taraftan bunlarla gelişen burjuvazinin siyasal iktidardan pay alma isteği, iktidarın yeniden düzenlenmesini ortaya çıkarmıştır. Sözü edilen yeni sınıf, tüccarlar, sanayiciler ve armatörler yanında memurlar ve subaylar gibi farklı kesimlerden oluşurken, bunları bir araya getiren ortak düşünce, liberalizm düşüncesidir. Toplumda özgürlükler ve bireyin önceliğine dayalı liberal düşünce, özel mülkiyet ve serbest piyasa ekonomisi ilkelerini de öne çıkarmaktadır. Akın, Kamu Hukuku (1993) adlı kitabında, bireyin hakları
4
ile mülkiyet ve doğal yaşam konularını öne çıkarırken devleti, bireysel hakların koruyucusu şeklinde tanımlamaktadır.
1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Evrensel Bildirgesi’nin birinci maddesi de aslında yukarıdaki ilkelerin dayanağı olmuştur. Bu maddeye göre, “İnsanlar özgür doğarlar ve yaşarlar, hepsi yasa karşısında eşittir.” Dolayısıyla sözü edilen özgürlük ve eşitlik fonksiyonlarını sağlama görevi devletindir. Devlet bireyin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almalı ve korumalıdır. Bu nedenle özgürlük vazgeçilmez bir olgu olarak kabul edilmektedir. Fizyokratlar, “Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler” ilkesi ile özgürlüğün iktisadi şeklini belirlerken, konuyu Klasik İktisatçılara deyim yerindeyse armağan etmişlerdir. Artık devlet, iktisadi olarak bireyleri piyasalarda özgür bırakmalı, ekonomiye müdahale etmemelidir. Piyasalara müdahale edilmemesi doğal kanunlardan esinlenerek doğal özgürlük ortamı içerisinde sürdürülmelidir. Bu noktada “devletin görevleri ya da sorumlukları nelerdir?” şeklindeki sorunun cevabı önem kazanmaktadır.
Klasik iktisadın öncüsü ve iktisadın babası sayılan Adam Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı ünlü eserinin dördüncü kitabının girişinde “siyasal iktisat sistemleri hakkında” başlığı altında doğal özgürlükler altında, müdahalesiz bir sistem için şöyle demektedir. “Bir devlet adamı ya da yasa koyucunun bilim dalı olarak politik iktisat iki ayrı amaç taşır: ilki, halka bol bir gelir ya da geçimi kendi başlarına elde edebilmelerine olanak sağlamak; ikincisi ise, devleti ya da imparatorluğu kamu hizmetlerini yürütmeye yetecek bir gelirle donatmaktır. Hem halkı hem de hükümdarı zenginleştirmek amacı taşır”. İkinci amaçtan anlaşılacağı üzere kamu, hem hizmet üretmek zorundadır, hem de bunu karşılayabilecek gelirleri sağlamak zorundadır. Bu kamu maliyesinin bir konusu olarak vergiler, kamu harcamaları ve bütçe gibi kavramlarla incelenmektedir. Düşünür dördüncü kitabın, dokuzuncu bölümünde de şöyle der: “O yüzden, tüm tercih ve kısıtlama sistemleri tümüyle ortadan kaldırıldığında, açık ve basit bir sistem olan doğal özgürlük sistemi kendi kendisini kuracaktır. Adalet kurallarını ihlal etmediği sürece, herkes kendi kişisel çıkarının peşinde bildiği gibi koşmakta, emeği ile sermayesini herhangi bir kişi ya da sınıfın sermayesi ve emeği ile rekabete sokmakta tümüyle serbest bırakılır.” Bu cümleler, piyasalara her türlü müdahalenin gereksiz olduğu ve özgürlükleri yok edebileceği düşüncesini ifade etmektedir.
Bununla birlikte Smith, devletin görevlerini üç noktada sıralamaktadır. “Doğal özgürlük sistemine göre, hükümdarın özen göstermesi gereken, aslında çok önemli ama basit ve sıradan bir akılla üstesinden gelebileceği üç tane görevi vardır:
***İlki, toplumu diğer bağımsız toplumların saldırısından ve işgalinden korumak; ***İkincisi, toplumun her üyesini bir başka üyenin adaletsizliğinden ve baskısından olabildiğince korumak, yani tam bir adalet yönetimi kurmak;
***Üçüncüsü de herhangi bir kişi ya da topluluğun kurmak ve yürütmekte fayda görmediği belli kamusal işleri ve kamusal kurumları kurup yönetmek. Çünkü bu gibi işlerin karı asla bir bireyin ya da küçük bir topluluğun masraflarını karşılamaz, ama büyük bir topluma faydası genellikle çok daha büyüktür.”
Görüldüğü üzere Smith, devletin klasik görevlerini açıkladıktan sonra temel kamusal hizmetlerden söz etmektedir ki bunlar bireyler tarafından faydası olmadığı için yapılmayan işlemlerdir. Bunlar da çoğunlukla temel alt yapı hizmetleri şeklinde sıralanır. Örneğin Kazgan, doğal düzen düşüncesine dayalı klasik iktisatçıların devlete verdiği
5
görevleri, milli savunma, adalet ve yönetim ile eğitim, yollar, limanlar, köprüler gibi temel altyapı yatırımları şeklinde açıklamaktadır.
Kısaca Adam Smith ve onun öncülüğünü yaptığı klasik iktisatçılar, devletin ekonomiye doğrudan müdahalesini reddederken, yukarıda alıntılarla da açıklandığı üzere devlete bazı görev ve sorumluluklar vermektedir. Adam Smith’in kamu maliyesi olarak ifade ettiği, D. Ricardo, J. B. Say ve J. S. Mill gibi klasik iktisatçıların da görüşler ortaya koyduğu kamu harcama teorisinde klasik kamu harcamaları, politikacılar ve bürokratlar aracılığıyla gerçekleştirilirken devlet, kaynakların kıtlığından hareket eder. Ayrıca doğal özgürlük ortamında, rekabet ve riskler piyasa aracılığıyla hem engellenebilecek, hem de disipline edilebilecektir. Özetle “düşünür, ayrıcalıklara ve tekelci konumlara karşı çıkmıştır”. Ekonomide müdahalelerin getirdiği olumsuzluklar Smith’i doğal kanunların varlığını kabule zorlar ve “görünmeyen el ilkesi” görüşünü ortaya çıkarır.
b- Keynesyen İktisadi Düşünce ve J. Maynard Keynes’e Göre Ekonomide Devletin Rolü
Piyasa ekonomisi kabulü ya da uygulayan ülkelerde devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini savunan Keynesyen görüş, 1929 yılında yaşanan Büyük Dünya Krizi sonrasında kapitalist ve kapitalizmi yerleştirmeye çalışan Türkiye gibi ülkelerde iktisat politikalarını belirleyen bir yaklaşımdır. Keynes, krizle birlikte ortaya çıkan toplam arzın toplam talepten fazla olması ile açıklanan deflasyon ve sonucunda görülen işsizlik gibi konularda klasik iktisatçıların reçetelerinin yetersizliğini savunmuş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasından yetmişli yılların ortalarına kadar dünya ekonomisinde genel kabul görmüştür. Bir yazarın ifadesiyle, “Keynes, piyasanın görünmez eli yanına devletin görünen elini ikame etmiştir”. Bunun anlamı klasiklerin “her arz kendi talebini yaratır” ilkesi ve diğer denge koşullarına dayalı ekonomi yerine, kamu müdahalesi ile dengeye gelebilecek bir ekonomi anlayışıdır. Çünkü devlet ekonomiye iktisat politikaları ile müdahele etmeli, piyasa ekonomisini hem krizlerden korumalı hem de iktisadi faaliyetlerde etkin bir aktör olmalıdır. Devletin ekonomiye müdahale etme gerekliliği piyasa başarısızlığından kaynaklanır. Yani piyasalar kendiliğinden dengeye gelemiyorsa devletin müdahalesine ihtiyaç vardır ya da kamu müdahalesi “piyasa hatalarına” dayalı rekabetçi fiyat mekanizmasının yetersizliklerinden kaynaklanır görüşü öne çıkabilir.
J. Maynard Keynes’in ünlü eseri “Genel Teori” ya da geniş açılımıyla “İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi”, klasik iktisatçıların üretim yönlü görüşlerinin aksine talep yönlü makro iktisat konularına ağırlık vermiştir. Ekonominin genel dengesindeki talep yetersizliği için kamu harcamaları önerilirken, para ve maliye politikaları aktif biçimde kullanılarak istikrar sağlanabilecektir. Dolayısıyla devlete birtakım iktisadi fonksiyonlar tanınmaktadır.
Düşünür bunun için eserinde devletin fonksiyonlarının genişletilmesinden söz ederken, konuyu şöyle açıklamaktadır. Genişletme, “bizim için tersine, bugünkü ekonomik kuruluşları tam bir yıkılıştan korumak için biricik çare ve bireysel girişimin mutlu biçimde uygulanmasının koşulu olarak görünmektedir”. Bunun için “tüketim eğilimi ile yatırıma teşviki karşılıklı şekilde ayarlayabilmek için gerekli olarak devletin fonksiyonlarını genişletme” konularından söz eder. Keynes’in kamu harcamalarını dikkate alan ve ayrıca ekonomiye müdahale edilmesi gerektiğini savunan görüşleri sonrası dönemde çok sayıda iktisatçı tarafından yorumlanmış ve hatta daha da ileriye götürülmüştür. Devletin (kamu ile
6
aynı anlamda kullanıyorum) iktisadi fonksiyonları Keynes’in görüşleri dikkate alınarak üç noktada toplanmaktadır:
i- Tahsis işlevi: Piyasa mekanizmasının sağlamada başarısız olduğu sosyal malların topluma sunulması için devlet ekonomiye müdahale etmelidir. Kamu ekonomisinin varlığı burada dikkate alınmaktadır.
ii- Bölüşüm işlevi: Milli gelirin dağılımında, örneğin vergilerin varlığı ya da devletin gelir ve servet dağılımına yönelik alanlarda, kamu müdahale araçları söz konusudur.
iii- İstikrar işlevi: Devlet ekonomide istikrarı sağlamak için para ve maliye politikalarını kullanır. Dolayısıyla ekonomiye doğrudan veya dolaylı müdahale araçları bulunmaktadır.
Bunlarla birlikte Stiglitz, devletin ekonomideki rolü ve özel sektördeki iktisadi kararları etkileme biçimlerinin kamu ekonomisinin alanı içerisinde yer aldığını belirtmekte ve iktisadın dört temel sorusunun kamu ekonomisi için de geçerli olduğunu belirtmektedir. Buna göre bir ekonomide aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekir:
i- Üretilecek mal ve hizmetlerin ne kadarı kamu malıdır?
ii- Üretilen mallar kamu sektörü mü, yoksa özel firmalar tarafından mı üretilmelidir?
iii- Üretilen malların dağılımı nasıl olacaktır?
iv- Sosyal tercihler ve buradan elde edilecek fayda sorunu nasıldır?
Yukarıda görüşlerine yer verilen ve kamu ekonomisi alanında öne çıkan iki yazar devletin iktisadi fonksiyonlarını sıralarken, aslında kamunun yer almadığı bir iktisadi dünyadan söz edilemeyeceği savunmaktadırlar. Bunlardan da anlaşılacağı üzere devletin ekonomideki rolü ya da müdahalesi doğrudan veya dolaylı olabilir. Keynesyen görüşün dikkate aldığı kamu müdahalesinde devletin girişimciliği yerine, sosyal malların varlığı, gelir ve servet dağılımı ile istikrarın sağlanmasına yönelik dolaylı müdahaleler öne çıkmaktadır.
Buraya kadar devlet, milliyetçilik, iktisadi akımlar ve devletin ekonomideki varlığına ilişkin temel bilgiler verildi. Bunun nedeni yukarıda da açıklandığı üzere Türkiye Ekonomisi’nin hem 1923–1939 dönemi analiz edilirken hem de yeni kurulan bir milli devletin iktisat politikalarını daha iyi kavrayabilmektir. Ayrıca bu temel bilgiler 1950-2011 dönemi ile günümüzün iktisat politikalarını anlamada da yararları olacaktır. Örneğin küreselleşme, serbestleştirme (liberilizasyon), özelleştirmegibi politikalar klasik iktisatçılar ve onların devamı olan neo-klasikler ve new-neo klasikler tarafından savunulur. Bunların özünde liberalizm saf haliyle kalmalı düşüncesi ile ekonomiye devletin müdahale etmemesi görüşü vardır. Aşağıda Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde izlenilen milli iktisat akımının etkileri ile Kurtuluş Savaşı’nın getirdiği sonuçların yanında Lozan Antlaşması, 1929 Büyük Dünya Krizi ve Sovyetler Birliği’nden yansıyan sonuçlar hep birlikte dikkate alınacaktır.
2. Atatürk Dönemi İktisadi Görüşün Temelleri ve Türkiye Ekonomisi (1923–1939)
7
1838 Balta Limanı Antlaşması’nın getirdiği hükümlerin sonucunda izlenilen pür liberal politikalar ve imtiyazların bedelini Osmanlı İmparatorluğu ağır biçimde ödediği için İttihat ve Terakki Fırkası, iktidarının ikinci döneminde milli iktisat politikalarına yönelir ve bu yönde oluşturan politikaları izler. Bunun bir sonucu olarak yeni Türk devleti, İttihat ve Terakki Fırkası’nın izlediği “milli tüccar” yaratma politikasını Osmanlı’dan miras almıştır. Bu nedenle uygulamada “milli tüccar” politikası mirası yanında, bir taraftan Osmanlıdan miras tarım toplumunu sanayi uygarlığına yöneltmek, diğer taraftan sanayi uygarlığını milli devlete dönüştürecek politikalara ağırlık verilmiştir. Milli egemenlik ve bağımsızlık savaşından başarıyla çıkan yeni Türk devletinin lideri Atatürk, bunları korumanın tek yolunun güçlü bir ekonomi ile mümkün olabileceğinin farkında ve bilincindedir.
Yeni Türk devletinin iktisat politikalarının ve bu politikalara yön veren Mustafa Kemal’in ekonomi politikası uygulamaları ve bireyin özgürleşmesi yönündeki uğraşları 1923–1938 döneminde yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan önce Osmanlı kapitülasyonların etkisi altındadır ve bunlar Lozan Antlaşması ile kaldırılacaktır. Atatürk, 1 Mart 1922’de Meclis’te yaptığı bir konuşmada yabancıların bağımsızlık öncesi elde ettikleri imtiyazları belirttikten sonra şöyle demektedir. “…Artık serbest ve bağımsız bir iktisadi hayata atılan Türkiye için ekonomik hayatını boğmakta olan kapitülasyonlar yoktur”. Bu ve benzeri görüşlerin şekillendirdiği gelişme modeli aşağıda dönemler itibariyle açıklanmaktadır. Atatürk dönemindeki iktisat politikaları ve bu bağlamda kapitalist ekonomi oluşturma çabaları; 1923–1929 döneminde özel girişimci veya özel sektör öncelikli iken, ulusal ve uluslararası koşulların getirdiği sonuçlar 1930–1938 döneminde kamu (devlet) girişimciliğini, diğer bir anlatımla kamu sektörü öncelikli devletçilik politikalarını getirmiştir. Kamu sektörünün öncelikli olduğu bu dönem, devletçi ekonomi olarak tanımlanırken sosyalist ekonomi modelinden uzaktır. Ancak, girişte belirttiğimiz ve yukarıda izlediğimiz yöntemi aşağıda da sürdürerek Atatürkçülük kavramı hakkında bazı noktaları açıklayalım.
a-Atatürkçülük ve Atatürk Devrimlerinin Özü
Türk ulusunun modernleşmesi olarak ifade edilebilecek Atatürkçülük, Giritli’ye göre milli egemenlik ilkesine dayalı, demokratik ve pragmatik bir ideoloji biçiminde açıklanmakatdır. Mustafa Kemal; Nutuk’ta cumhuriyeti milli egemenliğe dayalı rejim şeklinde tanımlarken şu cümleleri kullanıyordu: “Böyle bir hükümet, milli hâkimiyet temeline dayanan halk hükümetidir. Cumhuriyet’tir”. Ulusal egemenlik ve ulusun gönenci için ulusal bir politika izlenmesini Nutku’ndan aktaralım. “Milletimizin, güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle milli bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilatımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir: Milli sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak… Genellikle milleti uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak… Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluk beklemektir”. Atatürk’ün yukarıdaki sözleri, ulusal egemenliğin ve hatta ekonomi politikalarının da hangi koşullarda izlenmesi gerektiğini göstermektedir. Atatürk, medeni dünyadan insani ve dostane ilişkiler beklerken, çağdaş uygarlık, diğer bir ifade ile muasır medeniyet hedefine ulaşabilme yolunun akıl ve bilim ile gerçekleştirilebileceğini vurgular. Bu büyük hedefe ulaşabilme insan ve ulus (millet) sevgisi yanında yurt sevgisini de gerekli kılar. Zaten Atatürk’ün konuşmaları ya da sözlerinden bunları görmek mümkündür. Bunlara bağlı olarak, ulusal aydınlanma, ulusal egemenlik anlayışı ve cumhuriyet yönetimi altında bir
8
dizi devrim ile adım adım gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, Atatürkçülük sadece yapılan devrimlerden de ibaret değildir. Bu görüşü Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Genel Sekreteri ve fırkanın ideologlarından Recep Peker’in açıklamaları ile temellendirelim.
Peker, Atatürk devrimlerinin özünü 1934 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde verdiği İnkılap Derslerinde (Türk Devrim Tarihi) şöyle tanımlamaktadır. “…Fakat Türk İnkılâbı, yalnız siyasal veya ekonomik bir rejim değiştiren bir hareket değildir. O, ulusal, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yaşayışın bütün derinliklerinde aynı zamanda tesirler yapmış olan inkılâptır. Hatta günlük hayatımızdaki alışkanlıklar bile Türk inkılâbının tesiri altında yenileniyor. Bundan başka Türk inkılâbı, tek tek vakaların ardı ardına sıralanmasından ibaret değil, birbirini hızla kovalayan, tamamlayan ve biri öbürünü sağlamlaştıran, şuurun, aklın ve mantığın ve yurt ihtiyaçlarının icap ettirdiği bir değişme ve bir tatbikat zinciridir. Böylece Türk İnkılâbı yüksek şuurun sevk ve idare ettiği bir bütünlük arz eder. Bunu izah edebilmek için bir iki misal vereceğim. Arkadaşlar da bu yolda kendiliklerinden birçok misaller bulabilirler ve zihinlerinde tanımlayabilirler. Mesela, yeni siyasal ve ekonomik sistemlerle pazarlarını istilacı yabancı mallarına gümrük duvarlarıyla kapsayan bir inkılâbın, kültür bakımından Türk dilini, yabancı tesirlerin altında bırakması doğru olur muydu? Kadını çuval içinde yaşamaya mahkûm bırakan bir inkılâp, Türk harflerini kabul etse, bunun ne kıymeti olabilirdi?”.
Yukarıda özetlendiği biçimi ile ulusal modernleşme, kendi iktisadi kalkınmasını en kısa zamanda gerçekleştirerek, bireyinin gönence kavuşmasını ve laik Türk devletinin “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmasını hedeflemektedir. Bu nedenle, Atatürk dönemi ekonomi politikaları incelenmeden önce uygulanan politikalara yön veren düşünceler ve tarihi temellerinin incelenmesi yararlı olacaktır.
Atatürk dönemi iktisadının genel karakteri öncelikle, 17 Şubat–4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de düzenlenen Türkiye İktisat Kongresi kapsamında şekillenmiş, bunun sonucunda kabul edilen Misak-ı İktisadi İlkeleri yeni dönemde izlenilecek politikalar ve bütün uygulamaların yol göstericisi olmuştur. Ancak bu süreç, diğer iç ve dış gelişmeler karşısında pragmatik bir anlayışla geliştirilerek, politikalar şekillendirilmiş ve bunlarda milli egemenlik ilkesi içerisinde gerçekleştirilmiştir. Sözü edilen ilişkiyi Atatürk kongrenin açış konuşmasında şu cümle ile vurgular. “Ben hâkimiyet-i milliyeyi, milli hâkimiyet-i iktisadiye olarak anlarım. Böyle olmazsa hâkimiyet-i milliye bir (serab) olur”. Nutuk’ta ise aynı ilişki şu cümle ile görünür. “Bütün kanunların düzenlenmesinde, her türlü teşkilatta, yönetimin bütün ayrıntılarında, genel eğitimde, ekonomi konularında, milli hâkimiyet esasları çerçevesinde hareket edilecektir”. Milletin egemenliğini esas alan anlayış bireye değer veren bir anlayıştır. Aslında bu anlayış, bireysel özgürlüğe dayalı aydınlanma ve sanayi devriminin birlikte getirdiği modernleşmenin, yani kapitalizmin zımnen kabulü anlamına gelebilir. İzlenilecek politikalara ve uygulamalara yansıyacak bu yaklaşım Atatürk dönemi iktisat politikalarının ilk dönemi olan 1923–1929 ile ikinci dönemde farklı biçimlerde karşımıza çıkacaktır. Ancak her iki dönem de, ister özel sektörü geliştirme ve destekleme, isterse kamu sektörü ile özel sektörün birlikte yer aldığı devletçilik politikası olsun, asıl yön kapitalist bir ekonomiyi temellendirmek ve geliştirmektir. Bu bilgilerden hareketle Atatürk Dönemi Türkiye Ekonomisi’ni aşağıdaki gibi sınıflandırarak inceleyeceğiz.
i- Devlet Destekli Özel Girişimcilik Modeli: Kapitalizmin İnşasına Yönelik Özel Sektörü Destekleyici Politikalar (1923–1929)
9
ii- Devletçilik Politikası Kapsamında Kamu ve Özel Girişimcilik Modellerinin Birlikteliği (1930–1939)
Bunları sırasıyla inceleyelim.
b- Devlet Destekli Özel Girişimcilik Modeli: Kapitalizmin İnşasına Yönelik Özel Sektörü Destekleyici Politikalar (1923–1929)
Cumhuriyetin ilanından önce ve aynı zamanda Lozan görüşmelerinin kilitlendiği bir dönemde İzmir’de toplanan (17 Şubat–4 Mart 1923) Türkiye İktisat Kongresi, ziraat, sanayi, ticaret ve işçi kesimlerinden katılan 1135 delege ile gerçekleştirilmiştir. Kongre yeni devletin iktisat düzeninin temellendirilmesi ve bu ilkelerin belirlenmesi yönünden çok önemlidir. Kongre sonucunda 12 maddelik “Misak-i Milli Esasları” kabul edilir. Bu sonuçlar, TBMM Başkanlığı ve Bakanlar Kurulu’na sunulur.
Atatürk, kongrenin açış konuşmasında milli ekonomiyi şu cümle ile vurgular. “Ben hâkimiyet-i milliyeyi, milli hâkimiyet-i iktisadiye olarak anlarım. Böyle olmazsa hâkimiyet-i milliye bir (serab) olur”. Bu düşünce Nutuk’ta şu cümle ile görünür: “Bütün kanunların düzenlenmesinde, her türlü teşkilatta, yönetimin bütün ayrıntılarında, genel eğitimde, ekonomi konularında, milli hâkimiyet esasları çerçevesinde hareket edilecektir”
Türkiye İktisat Kongresi sonucunda ortaya çıkan Milli Hakimiye ve Milli İktisadiye bildirisi özetle şu görüşleri kapsamaktadır:
***Türkiye’nin kendi ulusal sınırları içerisinde bağımsız yaşayacağını,
***Milli egemenliğin her şeyin üzerinde olduğu,
***Türk insanının çok çalışkan olduğunu,
***Kesimler arasında herhangi bir çatışma olmadığını,
***Türklerin servetlerinin farkında olduğu ve
***Bunları korumak için çok çalışılacağını vurgulamaktadır.
Bildirinin dokuzuncu maddesinde, kendi toprağına, milletine, dinine, hayatına ve kurumlarına düşman olmayan milletlerle dost olacağına ve bu yöndeki “ecnebi sermayeye” olumlu yaklaşacağı ifade edilmektedir.
Atatürk, milli egemenlik ve bağımsızlığı korumanın tek yolunun güçlü bir ekonomi olduğunu görmüş ve bunun için sanayileşmenin ve kalkınmanın zorunluluğunu kavramıştı. Bu nedenle Osmanlıdan miras tarım toplumunu sanayi uygarlığına yöneltmen ve sanayi uygarlığını da ulus devlete dönüştürecek politikalara ağırlık verilmiştir.
Bütün bu uygulamalar aslında kapitalizmin inşasına yönelen; hukuki, iktisadi, politik ve kültürel politikalar kullanılarak gerçekleştirilmek istenen bir yeniden yapılanmadır. Yeniden yapılanma, toplumsal dönüşüme hizmet edecektir. Dönüşüm ile kahramanlık ve fetih devletinden üretim temelli bir özgüvene ve yeni bir sermaye birikim modeline yönelinecektir. Önemi ve gerekliliği bilinen sanayileşme, bu yeni yönelimin aracı veya yolu olarak görülmektedir. Sanayileşmede temel hedef, ülke insanlarının ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve bunun için ulusal üretimi arttırmaktır. Bu anlamda klasik iktisatçıların tam serbest dış ticaret politikası savunulmamakta, Osmanlı İmparatorluğu’nun imzaladığı 1838 Balta Limanı Antlaşması’nda olduğu gibi Avrupa’da üretilen malların ülkeye tam serbest girişi yerine kontrollü mal ve yabancı sermaye girişi kabul görmektedir.
10
Sanayileşme ekseninde izlenilen girişimci yaratılması ve ekonomik düzenin tesisi ile ekonomik yapıyı ve iktisadi bütünleşmeyi sağlamaya yönelik ulaştırma gibi politikalarla kapitalizmin inşası söz konusudur. Ancak dönemin sonunu belirleyen 1929 yılındaki büyük kriz, ABD ve Avrupa ekonomilerinin yanında Türk ekonomisini de etkilemiş ve ortaya çıkan iktisadi sıkıntılar, siyasal ve sosyal sorunlara da yol açmıştır. Bu dönemde batı karşıtı ve özellikle kapitalist – emperyalist düşmanlığının arttığını vurgulayan Lewis, Lozan Antlaşması ve ticaret açığından kaynaklanan sorunların sıkıntıları derinleştirdiğini belirtmektedir. Özetle Osmanlı’dan alınan miraslar ve bu yöndeki politikaların geliştirilmesi için gerçekleştirilen yasal ve kurumsal düzenlemelerle arzu edilen başarılara yeteri kadar ulaşılamamıştır.
Dönemin temel uygulamalarına bakıldığında şu tespitleri yapmak mümkündür:
*Tam serbest bir dış ticaret politikası ile Avrupa’da üretilen malların ülkeye girişinin serbestleştirilmesi temel hedef değildir. Çünkü 1838 Balta Limanı antlaşması sonucu izlenilen pür liberal politikaların ve imtiyazların bedelini Osmanlı İmparatorluğu ağır bir biçimde ödemiştir. Bu nedenle İttihat Terakki Fırkası iktidarının ikinci döneminde milli bir iktisat politikası izlemiştir.
**Ulusal girişimcileri özendirici yasal ve kurumsal teşvikler: Ülke ekonomisinin tarım sektörünün ağırlığına (yaklaşık %50) karşın sanayinin desteklenebilmesi için kurdurulan özel sermayeli İş Bankası (1924) ile Sanayi ve Maadin Bankası (1927) ve 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu en önemli yapısal reform çalışmalarıdır.
***Diğer yandan ulusal girişimciliği özendirme yönünde atılan temel adımlar, “en etkili ve yaygın yöntem devlet tekellerinin imtiyazlı özel şahıs ve şirketler” tarafından işletilmesidir. Kibrit ve çakmak, ispirto ve alkollü içkiler, barut ve patlayıcı maddeler, petrol-benzin ithali ve dört büyük limanın işletilmesi ile ilgili tekeller hep imtiyazlı şirketlere verilmiştir. Bu politikaları kurumsal teşvikler olarak değerlendirmek mümkündür.
Özetle bu dönem;
? ekonomik düzenin yerleştirilmesine yönelik politikaların yetersizliğine rağmen kapitalizmin temel kurumlarının oluşturulması,
? ekonomik istikrarın sağlanması ile
? sektörel destekler ve elde edilen sonuçlar yönünden başarılıdır.
Örneğin; 1923–1929 döneminde;
? sanayi üretimi ortalaması %8,5,
? tarımsal üretim ortalaması %16,2 ve
? milli gelirdeki ortalama büyüme %10,9’dur. 1923 yılında 952,6 milyon lira olan milli gelir 1938 yılında 1,9 milyar liraya yükselmiştir. Bu da yaklaşık yüzde yüz artış demektir.
? Diğer taraftan bu dönem dış dünyaya kapalı da değildir. Milli gelir içerisinde ihracat ve ithalatın payı sırasıyla %11 ve %15 düzeylerinde olup bu rakamlar o dönem için küçümsenecek rakamlar değildir. 1923 yılında 85 milyon lira olan ihracat 155 milyon liraya, 145 milyon lira olan ithalatta 256 milyon liraya yükselmiştir. Artış anlamında ihracattaki başarı daha yüksektir.
11
? Para değerlidir ve bütçe denkliği esastır. 1923 yılında piyasadaki para miktarı 161 milyon lira iken bu miktar 1925 yılında da aynıdır ve 1929 yılında 159 milyon liraya gerilemiştir. 1923-1930 yılları arasında bütçe rakamlarına bakıldığında da sadece 1925 yılında açık, diğer yıllarda ise fazla verilmiştir.
c- Devletçilik Politikası Kapsamında Kamu ve Özel Girişimcilik Modellerinin Birlikteliği (1930–1938)
Ülke içinden kaynaklanan sermaye, teknoloji ve girişimci alanındaki yetersizlikler ile Lozan’dan kaynaklanan sorumluklar ve gelişmeler yanında 1929 Krizi ile Sovyetler Birliği’nden etkilenmeler (örneğin Kadro hareketini oluşturan yazarların görüşleri gibi) Türkiye açısından yeni yön arayışlarında belirleyici olmuştur. Ancak devletçilik ideolojik ya da politik bir eğilim olmaktan ziyade pragmatik bir davranış biçimi şeklinde gelişmiş ve nihayet devletçilik yeni dönemde izlenilecek politikalar için bir tercih olarak doğmuştur. Devletçilik tercihi bilindiği üzere aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın altı ilkesinden birisi olarak ayrıca kabul edilmiştir. Dolayısıyla Atatürk döneminin ikinci yarısındaki politikalar Türk ekonomisin özgün bir niteliğini göstermektedir. Bu yeni dönemi uyaran ve kamu sektörünün öne çıkarılmasını destekleyen unsurlar şöyle sıralanabilir:
? 1923–1929 döneminde uygulanan liberal iktisat politikalarından arzu edilen başarıların sağlanamaması,
? 1929 Dünya Ekonomik Krizinin dünya, dolayısıyla ulusal ekonomileri olumsuz etkilemesi,
? Klasik iktisat politikalarının arz fazlalığı şeklinde ortaya çıkan krizi yaratması ve devletin ekonomiye müdahalesini savunan iktisadi yaklaşımların tartışılması,
? Sovyetler Birliği’nde uygulanan plana dayalı iktisat politikalarının nispi başarıları ile bu sonuçların ülkede entelektüel düzeyde taraftar toplaması,
? Lozan Antlaşması’ndaki gümrük tarifeleri için konulan sınırlanmaların 1928 yılında sona ermesi,
? Osmanlı borçlarının ilk taksit ödemesinin 1929 yılında başlaması. Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’da önüne getirilen savaş tazminatlarını kabul etmemekle birlikte Osmanlı’nın 300 Milyon (Altın) Lira olarak belirtilen ve yeni Türk Devleti’nin ödemesi gerektiği dayatılan borçların 86 Milyon lirasını kabul eder. 1929 yılında başlayan ödemeler 1954 yılında sona ermiştir. 1881 yılında Muharrem Kararnamesi ile kurulan Osmanlı’nın vergi gelirlerine el koyma yetkisine sahip Düyun-u Umumiye ise Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte çökmüştür.
Bu koşullar altında uygulanan kamu (devlet) girişimciliği ekonominin farklı sektörlerinde oluşturulan Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) aracılığıyla yürütülmüştür. Devlete ait büyük ölçekli fabrika ve işletmelerin kuruluşu, 1933 yılında başlayan ve ikincisi 1936 yılında başlatılan beş yıllık sanayi planları kapsamında gerçekleştirilmiştir. Ekonomideki olumlu gelişmeleri yaratan temel dinamikler, özel sektörün gelişmesini de içine alan korumacı ve dış ticareti denetleyici politikalarla başlatılıp, 1932 yılından itibaren devletçilikle sürdürülen politikalardır. Aynı yıllarda ortaya çıkan Kadrocular da Kemalist ideolojiyi sistemleştirme çabası göstermişlerdir. Devletçilik, bir ilke olarak ekonomik faaliyetler ile üretim ilişkileri ve sermaye birikiminin belirlenmesinde öne çıkmıştır. Ancak
12
devletçilik uygulaması kapitalist gelişme modelinin bir parçası olup dış dünya ile ülke içindeki zorluklardan kaynaklanan bir sonuçtan doğmuştur.
Özetle, devletçilik uygulaması sosyalist modelin devletçiliği değildir. Çünkü 1923 yılından başlatılan özel sektörün desteklenmesi politikaları devam etmektedir. Diğer taraftan bu dönemdeki dışa açıklık oranı da sanıldığı gibi Türk ekonomisinde bir kapanmayı değil, en azından dünya ekonomisindeki o yıllardaki gerilemeye rağmen sabit kaldığını göstermektedir. İncelenen dönemde sanayi üretimi ortalama %5 artmış, milli gelirdeki payı ise dönem sonunda yaklaşık %15’e yükselmiştir. Buna karşın tarım sektörü bir önceki dönemde göre daha yavaş büyümüş (%0,4), milli gelir içerisindeki payı da %50’den %45’e gerilemiştir. Sanayileşme bu dönemde gerçek anlamda bir politika değişkeni olarak alınmış ve ithal ikameci politikalar ağırlıklı biçimde tüketim malları üretecek şekilde kurgulanmıştır. Bunun temelleri 1933 yılında kabul edilip, 1934 yılında uygulamaya sokulan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile atılmış ve ilk planın süresi dolmadan hazırlanıp 1936 yılından başlayarak uygulanan İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile de geliştirilmiştir.
Devletçiliğin ilk belirtisi olarak genellikle İsmet İnönü’nün 30 Ağustos 1030 tarihli Sivas konuşması kabul edilir. Mutedil devletçilik biçiminde tanımlanan yeni dönemin politikalarındaki anlayış, hemen hemen ülkedeki tüm kesimler tarafından kabul edilmekle birlikte, temel tartışma devletçiliğin sınırları üzerinde yapılmaktadır. Devletçiliğin ve bu anlamda ekonomiye müdahalenin sınırlı (dar) olması görüşü Atatürk, C. Bayar ve İş Bankası grubu tarafından savunulurken, geniş müdahale İ. İnönü ve R. Peker tarafından savunulur. 1932 yılında İktisat Vekilliği’ne C. Bayar’ın getirilmesi ile “birey yapamazsa devlet yapsın anlayışına dayalı dar müdahale anlayışı”, ilerleyen yıllardaki uygulamalarda öne çıkacaktır.
İsmet İnönü, Kadro Dergisi için yazdığı “Fırkamızın Devletçilik Vasfı” adlı makalesinde “Biz iktisatta devletçilik’i, inkişaf için ve yeni düzeni kurmak için de feyizli ve müspet bir yol sayıyoruz” demektedir. İktisadi devletçiliğin geçmiş on yıl içerisindeki gelişmelerden doğduğunu belirten İnönü, “devlet, ancak ferdin yapamayacağı şeyleri yapmaya çalışmalıdır, nazariyesi basiretle mütalaa olunmalıdır” derken, herhalde sınırlı devletçiliği reddetmektedir.
Atatürk ise dönemin devletçilik anlayışını şu sözlerle açıklamaktadır: “Devletçiliğin bizce manası şudur: fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeyin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleketin iktisadiyatını devletin eline almak.” Özel sektörün dışlanmadığı, aslında moderniteye ve kapitalizme giden yoldaki sözleri Atatürk, İkinci Sanayi Planının önsözüne yazmış ve devamında şunları söylemiştir: “…Bizim takip ettiğimiz yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir sistemdir.” Bu yol kapitalizm ve sosyalizm dışında bir yol gibi görünmekle birlikte, yukarıda da vurguladığımız üzere aslında Türkiye’de izlenilen devletçilik politikası bir sistem şeklinde karşımıza çıkmaz. Boratav’ın deyimiyle devletçilik “…öyle bir iktisat politikası ki Türkiye’de kapitalizmin gelişimine ve dolayısıyla sistemin biçimlenmesine özel damgasını vurmuştur”. Bu anlamda Aysan’ın “Atatürk, kalkınmayı bir sistem yaklaşımı ile almıştır” değerlendirmesi yeni devletin ekonomik sistemi yani kapitalizmin inşası için doğrudur.
Atatürk Dönemi Türkiye Ekonomisi adlı eserinde Kuruç, otuzlu yıllara ilişkin şu temel tespiti yapmaktadır. “1930’larda benimsenen düşünce şudur: Sanayi programla
13
kurulur. Çünkü sanayinin özünde ne istediğini bilmek, tasarlamak ve kurmak vardır. Bunda ciddi olmanın ve amaca erişmenin tek yolu programdır. Program bir merkezden yapılır ve yürütülür. Ayrıca program, gitgide genişleyecek bir hareketi devletin yürütmesi demektir.” Görüldüğü üzere sanayileşme, ancak bir program ve plana dayalı strateji bakışı görünmekle birlikte aslında devletçiliğe de zımni bir gönderme vardır. Bu programlı sanayi düşüncenin yansıması 1932–1933 yıllarında hazırlanıp 1934’de yürürlüğe giren Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nda uygulamaya dönüşecektir. Dönemin sanayileşme stratejisi için, ithal ikameci bir sanayileşme programı olduğu vurgulanmaktadır. Programın tek merkezden yapılması ve yürütülmesi düşüncesi planlama anlayışına dayalı olup “sanayileşme ve devletçilik, 1930’larda ortak bir çizgide buluşmaktadır” görüşüyle birlikte, bunun liberalizm ya da kontrolsüz bir kapitalizm ile gerçekleşemeyeceği değişik yazarlar tarafından belirtilmektedir. Aslında bu da, kontrollü bir kapitalizmden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz kontrollü kapitalizm, Keynesyen görüşün müdahaleci kapitalizm anlayışı ile özdeş değildir. Çünkü Keynesyen görüşte devlet hem kamu harcamaları ile hem de diğer maliye politikası ve para politikası araçları ile iktisadi sürece müdahalelerde bulunurken ekonominin genel dengesini sağlamaya çalışacaktır.
Devletçilik uygulaması sosyalist modelin devletçiliği değildir. Aslında bu dönemde 1923 yılında başlatılan özel sektörün desteklenmesi politikaları devam etmektedir. Sanayileşme bu dönemde gerçek anlamda bir politika değişkeni olarak alınmış ve ithal ikameci politikalar ağırlıklı biçimde tüketim malları üretecek şekilde kurgulanmıştır.
İncelenen dönemin en önemli reformlarından ikisi;
? 20 Şubat 1930 tarihin de çıkarılan, döviz ve dış ticaretin kontrolünü sağlayan Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu ile
? 11 Haziran 1930 tarihinde 1715 sayılı yasayla kurulan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’dır.
3. Savaş Yıllarında Ekonomi (1939–1945)
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, harp ekonomisi veya kumanda ekonomisi koşullarını yaşamıştır. Bunlar savunma ve güvenlik temel olmak üzere iktisadi faaliyetlerde sınırlama ve zorlayıcı tedbirler şeklinde ortaya çıkmaktadır. Özellikle askere olan ihtiyaç tarım sektörü ve hizmetler sektöründe istihdamın gerilemesine neden olurken bunlarda hem ilgili sektörlerde hem de üretimde gerilemeleri ortaya çıkaracaktır. Dış ticaretteki daralma da doğal olarak üretimdeki gerilemeyi tetikleyen temel unsurlardandır. Dönemin ekonomik sorunlarını Boratav (1992) aşağıdaki şekilde tanımlamaktadır: “Azalan üretim ve ithalat koşullarında oluşan darlıkların ve önlenemeyen enflasyonist baskıların halk yığınlarının tahammül sınırını aşmasını önlemek ve büyük kentlerin beslenmesini, ısınmasını ve giyimini sağlamak”. Bu doğrultuda 1940–1945 dönemi ortalaması dikkate alındığında;
? milli gelir ortalama % 6,3
? sanayi üretimi ortalama % 5,6 ve
? tarımsal üretim ortalama %7,2 oranında gerilemiştir.
14
Dönemin en belirgin uygulamaları, 1942 yılı Kasım’ında kabul edilen Varlık Vergisi Kanunu ile 1944 yılında kabul edilen Toprak Mahsulleri Vergisi’dir. Varlık Vergisi, ırk ve din ayrımına dayalı bir vergi uygulaması olup, 114.000 vergi mükellefinden 315 Milyon Lira toplanmış, 1400 vergi mükellefi vergilerini ödeyemedikleri için Aşkale’ye sevk edilmiştir (Boratav,1992:307). 1943 yılı verileri dikkate alındığında toplanılan bu vergi; milli gelirin %3,5’ine, kamu harcamalarının ise %38’ine denk gelmektedir. Savaş yılları izlenilen kontrollü politikalar sonucunda elde edilen gelirler ağırlıklı biçimde tarımsal ürünlerin ticaretinden sağlanmış, ücretlilerin milli gelirden aldığı pay gerilemiştir. 1940 yılında ihracat 81, ithalat 50 milyon US$ olup, dönem sonunda bu büyüklükler sırasıyla 168 ve 97 milyon US$ olarak gerçekleşmiştir.
Savaş sonrası dönemi tanımlayan 1946–1950 dönemi Türkiye’de siyasal anlamda çok partili yaşama geçiş, iktisadi anlamda da liberal politikalara yeniden dönüş sürecidir. Devleti kuran ve iktidarı elinde bulunduran CHP’li seçkinci ve devletçi kadrolar, kendi içerisinden çıkan bir muhalefetle karşıya kalacaktır. Geleneksel liberaller biçiminde de tanımlanabilecek bu kadro Demokrat Parti’nin kuruluşu ile 1946 seçimlerine girecek, ancak iktidarları 1950’de başlayacaktır. Diğer taraftan savaş henüz sona ermeden Amerika’da gerçekleştirilen Bretton-Woods ekonomik konferansında batı dünyasının iktisadi düzeninin temelleri atılmıştır. Buna göre dünya ekonomik düzeninin ödemeler dolaşımı, dış ticareti, gümrük ve diğer para-kredi işlemleri gibi alanları yenilenmiştir. Bu doğrultuda Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (WB) gibi ulus ötesi kurumlar aracılığıyla dünya ekonomisinin yeniden şekillendirilmesi sürecine Türkiye’de dâhil olmuştur.
Tercihini kapitalist düzenin yerleştirilmesi ve açık ekonomi koşullarında fiyat istikrarını sağlayarak büyüyen bir ekonomiden yana koyan Türkiye, maalesef ekonomik gücünü, bağımsızlığını ve istikrarını ilerleyen yıllarda sürdürememiştir. Bunun net yansıması Truman Doktrini’nde de görülür. Türkiye, 12 Mart 1947’de ABD Başkanı Truman tarafından açıklanan bu doktrinde “Bağımsız ve Güçlü Ülke” olarak tanımlanmıştır. Böyle tanımlandığı için Yunanistan’a 300 milyon dolar yardım verilirken, Türkiye’ye 100 milyon dolar yardım verilmiştir. Aslında seksenli yıllardan itibaren ana yönelim olarak bu hedef, daha farklı şekillerde de olsa Türk Ekonomisin hep etkileyecektir. Çünkü dünya ekonomisinin ana yönelimleri değişikliğe uğrayacak, küreselleşme rüzgarı finans piyasaları öncülüğünde esmeye devam edecektir.
Bütün bu gelişmeler ışığında Türk Ekonomisinin kalkınma, istikrar, reform ve politika çabalarında iki yeni belirleyici ortaya çıkıyor:
1) Kırklı yılların ortası, 1944-Bretton Woods İkizleri: IMF ve Dünya Bankası(WB) kuruluyor.
2) Ellili yılların sonları-1957- Roma Antlaşması: Avrupa Kömür Çelik Birliği ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) temelleri atılıyor ve 1958 yılında Türk Hükümeti tam üye olmak için müracaat ediyor.
4. Dünya Ekonomisiyle Yeniden Bütünleşme Çabaları ve AB Yolunda İlk Adım (1946–1962)
Yeni dönemi herhalde 7 Eylül 1946’da açıklanan devalüasyon kararları ile başlatmak yanlış olmaz. Çünkü Ekren’inde belirttiği gibi bu kararlar savaş sonrasında ABD öncülüğünde şekillendirilecek yeni dünyaya uyum sürecinin ilk adımlarıdır. Bu kararlardan
15
itibaren 2008 yılına kadar devam edecek ve özü itibariyle pek değişmeyecek olan bu yeni yönelimin koşullarına bakıldığında aşağıdaki unsurları görürüz:
? Savaş henüz sana ermeden Amerika’da gerçekleştirilen Bretton–Woods ekonomik konferansında batı dünyasının yeni iktisadi düzeninin temelleri atılmıştır.
? Bu doğrultuda 1944 yılında Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (WB) kurulmuştur. Türkiye bu ikilinin iktisat politikası tercihlerine bağlı politikalar sürdürmüş, ilerleyen yıllarda bunlara OECD ve AB de eklenmiştir. 62 yıllık dönemde yaşanılan devalüasyonlar, sand-by anlaşmaları, yakın izleme anlaşmaları, dış borç anlaşmaları ve borç konsolidasyonları bu kurumlar aracılığıyla sürdürülmüştür. Üzücü olan nokta da alınan kararlar ve politikalrın Türkiye’nin özgür iradesi ile gerçekleşmemesidir.
? Dünya iki kutuplu bir dünyadır. Diğer bir anlatımla Kapitalist Batı Bloku ile Sosyalist Doğu Bloku.
Türkiye bu gelişmelere kayıtsız kalmamış, tercihini kapitalist düzenin yerleştirilmesi ve bu doğrultuda açık ekonomi koşullarında fiyat istikrarını sağlayarak büyüyen bir ekonomiden yana koymuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ekonomik düzen yeniden oluşturulmaya çalışılırken, yapısal reformlar Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de Dünya Bankası, Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında hız kazanmıştır. Savaş sonrası döneminin gelişmelerine koşut biçimde hazırlanıp, dönemin iktisat politikalarına yön veren 1947 Kalkınma Planı, ulaştırma, tarım ve enerji gibi altyapı yatırımları ile kırsal kesimin kalkındırılmasına öncelik verecek şekilde hazırlanmıştır. 1923–1950 arasında iktidarda olan Cumhuriyet Halk Fırkasının (Partisinin), 1950 yılında iktidarı Demokrat Parti’ye bırakmasıyla birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır. Yeni dönemle birlikte özellikle altyapı yatırımları hızlanmış, ancak 1950–1960 döneminde bu faaliyetler yapısal bir dengeleme, zamanlama ve bir program kapsamında ortaya konamamıştır. Diğer taraftan altyapı yatırımlarının bütçe imkânına bağlı olduğu düşünüldüğünde ellili yılların ikinci yarısındaki iktisadi sıkıntılar bu anlamda birtakım sorunları da beraberinde getirmiştir.
Sanayileşme açısından dönem incelendiğinde; sistemli bir sanayileşme politikasının olmadığı görülmektedir. İçe dönük sanayileşme modelinin desteklenmesi ile birlikte ithalatta bir canlanma olmuş, ancak üretim dışa dönük olmadığı için ihracat sanayi ürünleri yerine geleneksel ihraç malları olan tarımsal ve mineral hammaddeler lehine gelişmiştir. Bu dönemde sanayinin veya sanayicinin desteklenmesine yönelik ciddi anlamda yasal ve kurumsal bir gelişme de yoktur. Dünya Bankası’nın öncülüğünde, TCMB ile Hazine’nin katkıları ve özel sektör bankalarının ortaklığında Türkiye Sınaî ve Kalkınma Bankası kurulmuştur. Buna karşın yasal destekleme yöntemlerine müracaat edilmemiştir. 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun süresi 1942 yılında dolmuş ve kırklı yıllardaki gibi bu dönemde de yeni bir teşvik kanunu hazırlanmamıştır, ta ki 1963 yılına kadar. Dolayısıyla Kılıçbay’ın belirttiği sistemli bir sanayileşme politikası yoktur önermesinin haklılık payı vardır. Bu dönemle ilgili çalışma yapan iktisat tarihçilerinin ortak paydası, özellikle 1946’dan sonra Türk siyasi yaşamının ilklerinden olan çok partili yaşama geçiş ve ilerleyen dönemlerde köylerden kentlere yönelen göç hareketleri ve ithalatla desteklenen tüketimdeki aşırı genişleme sanayicilerin özendirilmesini bir reform uygulamasından çok kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç olarak ortaya koymaktadır. Cumhuriyetle birlikte başlatılan ve ilerleyen dönemlerde de sürdürülen döviz kazandırıcı
16
işlemlerle kazanılan kamunun döviz varlıkları, artan ithalatı başlangıç dönemlerinde finanse etmiş, ancak ellili yılların ikinci yarısından itibaren süreç tersine işlemeye başlamıştır. Örneğin, ilk beş yıl büyüme ortalaması yüzde 11 iken, ikinci dönem -3,1’e kadar gerilemiştir. Dönem sonunda Türk Ekonomisi ilk kez kur ayarlaması ve istikrar tedbirleri ile karşılaşmıştır. Enflasyonla mücadele ve ihracatı arttırabilme hedeflerine dönük biçimde 1958 yılında Uluslararası Para Fonu (IMF) ile ortaklaşa alınan istikrar tedbirleri kapsamında Türk Lirası(TL) değer yitirmiş ve 1US$=2,8 TL’den 1US$=9 TL’ye düşürülmüştür.
Tarımsal alandaki iktisadi gelişmelerin bir anlamda öncüsü sayılabilecek en önemli yapısal reform, hem 1945–1950 dönemi, hem de 1950 yılında iktidara gelecek Demokrat Parti için çok önemli olan 11 Haziran 1945 tarih ve 4738 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’dur. Sözü edilen kanun kapsamında piyasa ekonomisinin kurumsal temellerinden birisini oluşturan özel mülkiyet rejimi, iyi bir politika aracı olarak kullanılabilirdi. Fakat ilgili kanunun uygulanması genel anlamda kamu arazilerinin çiftçilere dağıtımı şeklinde gerçekleşmiştir. Bu kapsamda yaklaşık 350.000 aileye 18 milyon dönüm toprak verilmesine rağmen, kanunda belirtilen kooperatifleşme, topraksız ve az topraklı köylünün tarımsal üretimini arttırma ve desteklenmesi yönündeki hükümler uygulanmamıştır. Dolayısıyla savaş sonrası tarım sektörünün reformu anlamında çok büyük bir imkân ve zaman yitirilmiştir. Tarımsal reform çalışmaları o yıllarda gerçekleştirilmiş olsaydı, bugün hem ülkede iç göç hareketlerinin olumsuz etkileri daha az olurdu, hem de tarımsal üretim daha fazla arttırılabilirdi.
Kamu sektöründe üretilen mal ve hizmetlerin fiyatları daha düşük tutularak sanayiye sermaye desteği sağlanmış, diğer taraftan artan kamu yatırımları özel sektörün gelişimini desteklemiştir. Bu dönemde kurulan kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) sırasıyla şunlardır. 1950 yılında Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK), 1952 yılında Gübre, Et ve Balık Kurumu (EBK), 1953’de Türkiye Çimento Sanayi ile Azot Kurumu, 1954 de Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), 1954 yılında Devlet Malzeme Ofisi (DMO), 1955 de Selüloz ve Kâğıt Kurumu (SEKA) ile 1957 yılında kurulan Türkiye Kömür İşletmeleri’dir (TKİ). Gerek bu dönemde kurulan kamu işletmeleri, gerekse otuzlu yıllarda kurulanlar seksenli yıllardan itibaren özelleştirme kapsamına alınarak yerli ve yabancı sermaye kuruluşlarına satılmışlar veya bir kısmı da piyasalarda serbestliği sağlama adına kapatılmışlardır.
İncelenen bu dönemdeki konumuzla ilgili diğer önemli gelişmele Türkiye’nin Roma Antlaşması’nın 238. maddesi uyarınca AET’ne “ortak üye” olmak amacıyla 31 Temmuz 1959 tarihinde Topluluklar Konseyi’ne müracaat etmesidir. AET Bakanlar Konseyi’nin 11 Eylül 1959’da Türkiye’nin talebini olumlu karşılaması ile ilişkiler resmen başlamıştır.
Ellili yılların ikinci yarısından itibaren başlayan ekonomik istikrarsızlık ilerleyen yıllarda siyasi çalkantıları beraberinde getirmiş ve 27 Mayıs 1960 tarihinde askeri yönetim iktidarı ele geçirmiştir. Altmışlı yılların başlarında hazırlanıp 1961 yılında kabul edilen yeni anayasa ile merkezi bir planlama otoritesinin kurulması (Devlet Planlama Teşkilatı-DPT) ve onun hazırlayacağı beşer yıllık kalkınma planları yeni dönemin öncül gelişmeleri olmuştur.
5. Planlı Dönem (1963–1980)
17
Planlı dönem öncesinde kalkınmanın özel sektör veya devlet aracılığı ile geliştirilmesi hep tartışma konusu edilmiştir. Ancak dönem dönem pragmatik bir tutum içinde her iki kesimden de yararlanılmıştır. Örneğin 1930’larda devlete, 1950’lerde özel sektöre öncelik verilmesi temel politika olmuştur. Üstelik bu uygulamalara rağmen ülkenin kalkınma sorunları henüz çözülmemişti. Ellili yılların özel kesime ve dışa açık modeli yerine, kamu işletmelerine ağırlığın verildiği, karma ekonomik sistem tercihinin geçerli olduğu bir dengeleme politikası yeni dönemin iktisat politikalarının özünü oluşturmuştur.
Türk ekonomisindeki bu yeni yönelimin gerekçeleri iki noktada ifade edilebilir. Bunlardan birincisi ellili yılların ikinci yarısındaki enflasyon, döviz sıkıntısı ve üretimdeki gerileme, diğeri de uygulanan politikaların belli bir program ve stratejiden yoksun olması ile istikrar hedefinden uzaklaşılmasıdır. Bu gerekçeler, Kepenek-Yentürk (2005) çalışmasında belirtilen bürokrasinin planlama özlemiyle birleşerek ekonomide planlama anlayışını öne çıkarmış ve Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. Böylece iktisat politikaları ve uygulamaları belirli bir program, strateji, bilimsel yöntem ve tekniklerle sürdürülmüştür. DPT öncülüğünde kamu ve özel sektörün katılımı ile hazırlanan kalkınma planları 22 ve sonrasında 15 yıllık perspektifler ışığında beşer yıllık dönemler için hazırlanmıştır.
Yukarıda sözü edilen gerekçeler, bürokrasinin planlama özlemiyle birleşerek ekonomide planlama anlayışını öne çıkarmış ve Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur.
Planların hedefleri genelde şöyle olmuştur:
? Fiyat istikrarı hedefi ile hızlı büyüme birlikte dikkate alınmıştır,
? Adil ve eşit gelir dağılımı ile milli tasarrufları arttırma hedefi vardır,
? İthal ikamesi politikasını izlemek ve Türk Lirasının dış değerini korumak,
? Ücretleri artırarak sosyal dengeleme ve destekleme politikalarını savunmak,
? Taban fiyat politikaları ile tarımsal gelirleri arttırmak,
? Kamu harcamalarını arttırma isteğinin vergi politikaları ve denk bütçe ile sürdürülmesi,
? KİT’lerin verimli çalışmasını desteklemek ve fiyat düzenleyicisi olmaları yönünde politikaları sürdürmektir.
Sayılan bu hedefler doğrultusunda hazırlanıp uygulanan planlar, kamu sektörü için emredici, özel sektör için yol gösterici olmuştur. Dolayısıyla ekonomik gelişme ve karma ekonomik sistem için gerekli yapısal reformlar bu kapsamda değerlendirilmiştir.
Planlı dönem yetmişli yılların ortalarına kadar Türk Ekonomisinde istikrarlı ve yüksek büyümenin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde temel iktisadi göstergeler aşağıdaki gibi bir seyir izlemiştir:
? Dönem başı olan 1963 yılında 1968 yılı üretici fiyatları ile milli gelir artış hızı (BÜYÜME) yüzde 9,7, 1966’da yüzde 12, 1971’de yüzde 10,2 iken 1980 yılında aynı oran yüzde -0,4’e gerilemiştir.
? Toptan Eşya Fiyatları Endeksine (TEFE) göre enflasyon sırasıyla 1964 yılında %1,2, 1966’da %4,8 ve sonrasında iki haneli rakamlarla tanışan Türk
18
ekonomisinde 1971 yılında enflasyon 15,9 ve 1980 yılında o döneme kadar tarihinin en yüksek oranı olan yüzde 107,2.
? 1963 yılında ihracat 368 Mn $, ithalat 688 Mn $,
? 1979 yılında ihracat 2,26 Mr $, ithalat 5 Mr. $ olarak gerçekleşmiştir.
İncelenen dönemde Avrupa Ekonomik Topluluğu’nda da önemli gelişmeler ortaya çıkmış, Türkiye-Topluluk görüşmeleri 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1963’de yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile her iki taraf açısından yeni bir dönem ve yükümlülük süreci aralanmıştır. Anlaşma, Türkiye’yi AET ile Gümrük Birliğine götürecek ve ileride tam üye durumuna sokabilecek bir ortaklık belgesidir.Anlaşmanın önsözünde, AET tarafından sağlanacak yardımların hem Türk halkının yaşam standartını yükselteceği, hem de ileriki bir tarihte Türkiye’nin Topluluğa katılmasının kolaylaşacağı belirtilmiştir. Atatürk’ün yeni Türk devletinin kuruluşuyla birlikte yön olarak belirlenen çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma hedefi, AET hedefi ile somut bir şekle dönüşmüştür. Bütün bu nedenlerle Türkiye, yükümlüklerini büyük bir özveri ile yerine getirmiştir. Yükümlülükler Ankara Anlaşması kapsamında, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olarak üç aşama öngörülmüştür. Geçiş döneminin sonunda gümrük birliğinin tamamlanması planlanırken, nihai hedef Türkiye’nin topluluğa tam üyeliğidir. Geçiş dönemi birinci mali protokolle devam ederken, katma protokol çalışmaları sürdürülmüş ve 23 Kasım 1970’de Katma Protokol imzalanmıştır. Ancak Protokol yürürlüğe 1 Ocak 1973’de girmiştir. Yetmişli yılların AET-Türkiye ilişkileri açısından en belirleyici yönü, siyasal hareketlerin ve ideolojik yaklaşımların bir sonucu olarak Türkiye’nin AET’nin bir pazarı olacağı, diğer bir deyişle “Onlar Ortak Biz Pazar” sloganının taraftar toplamasıdır. Bu dönemin diğer bir belirleyeni de Türkiye’de sanayileşme veya daha genel bir ifadeyle kalkınma stratejisinin ithal ikameci sanayileşme stratejisi olmasıdır ki, mevcut tartışmalara bu yaklaşım ortam da hazırlamıştır. Çünkü bu strateji ile ekonomi, dolayısyla sanayi koruma duvarları arasındadır. Buna karşın AET ile girişilecek Gümrük Birliği ile ekonomi dışa açılmak zorundadır ve ihracata yönelik sanayileşme stratejisi yürütülecektir. Diğer taraftan AET ile ilişkilerde ikinci ve üçüncü dönem mali protokoller bu dönemde kabul edilmiş ve uygulanmıştır. 1980 yılında Yunanistan’ın AET’ye üye olmasıyla birlikte ilişkilerimiz dondurulmuş, mali protokoller devre dışı kalmış, katma protokolün ticari hükümleri dışındaki hükümleri dikkate alınmamıştır.
Yetmişli yılların başları sadece Türk ekonomisi için değil, aynı zamanda dünya ekonomisinin bunalımlı yılları ve yeni bir düzene yönelişidir. Çünkü:
1. 1970 yılında ABD’nin Bretton Woods para sistemine son vermesi ve altına dayalı sabit kur rejiminden serbest (dalgalı-esnek) döviz kuruna geçmesi,
2. 1973 ve 1974 yıllarındaki petrol krizi,
3. Özellikle Avrupa ekonomisinde çok yoğun görülen stagflasyon olgusu gibi nedenler dünya ekonomisinin yeni yönünün uyarıcıları olmuştur.
Artık küresel ekonomi koşulları, Yeni Dünya Düzeni tanımlaması altında yetmişli yılların ortalarından itibaren dünya ekonomisinde, 24 Ocak 1980 İstikrar Tedbirleri ile de Türkiye’de egemen olacaktır.
6. Dünya Ekonomisi ile Yeniden Bütünleşme Süreci ve Finansal Reform Çabaları (1980–1999)
19
24 Ocak 1980 İstikrar Kararları ile Türk ekonomisinin temel paradigması başta olmak üzere ekonomik düzen politikaları, kalkınma stratejileri, devletin rolü ve bürokratik mekanizmalar değişime uğramıştır. Keynesyen iktisadi düşüncenin egemen olduğu dönemler, yerini New-Neo Klasik politikalara bırakmıştır. Örneğin, monetarist para politikaları ile devletin sosyal ve ekonomik fonksiyonları yerine klasik iktisadın temel önermelerinden olan devletin küçültülmesi politikaları siyasi ve ekonomi otoritelerince uygulamaya geçirilmiştir. Ekonomik düzen ve sistem politikaları kapsamında “Karma Ekonomi” yerine “Serbest Piyasa Ekonomisi” temel yaklaşım olmuştur. Kalkınma stratejisi tercihi doğrultusunda ihracata yönelik sanayileşme stratejisi, altmışlı ve yetmişli yıllarda uygulanan ithal ikameci sanayileşme stratejisinin yerini almıştır. Kısaca İstikrar Kararları ile birlikte küresel ekonomiye uyum süreci başlatılmıştır. Seksenli yıllardaki yapısal reform faaliyetleri ve uygulanan iktisat politikaları bu nedenle uyumu gerçekleştirmeye yönelik kararlardır. Kararlar yetmişli yılların ortalarından itibaren IMF öncülüğünde yürütülen klasik istikrar paketlerinin temel unsurlarını içermektedir. Bu bağlamda 24 Ocak 1980 İstikrar Paketi’nin amaçları;
? ödemeler dengesinin düzeltilmesi,
? enflasyonun kontrol altına alınması ve
? etkin bir kaynak dağılımını sağlayacak bir fiyat sisteminin oluşturulması ile
? sorunsuz yürütülen bir dış borç düzeninin kurulmasını içermektedir.
Araçlarına bakıldığında;
? para ve döviz piyasalarında faiz oranları ve döviz kuru fiyatları başta olmak üzere enflasyon oranının altındaki fiyatları ayarlamak (örneğin, negatif faiz politikası yerine pozitif faiz gibi),
? dış ticarette kontroller gibi piyasa dengesini olumsuz etkileyecek kamu müdahalelerinin kaldırılması,
? kamu açıklarının kaldırılması ve
? ücretlerin dondurulması uygulamaları görülmektedir.
Amaçların belirtilen araçlarla gerçekleştirilebilmesi için özellikle yapısal reform kararlarına da ihtiyaç duyulmuş ve bu kapsamda;
? Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) rasyonelleştirilmesi,
? dış ticaretin ve finansal kesimin serbestleştirilmesi (liberalleştirilmesi),
? vergi sistemi reformu sayılmıştır.
Dikkatle incelendiğinde yeni dönem; küresel ekonomik düzene entegrasyonla birlikte piyasa ekonomisinin gerçek anlamda kurulmasına dönük ilk ciddi önlemlerin alınmasını, kamu sektörünün küçültülmesini ve ekonomiye müdahale araçlarının daraltılmasını içerirken, iktisadi kaynakların bölüşümünü yeniden tasarlayan ve bunları uygulamaya koyan politikaları içermektedir. Alınan kararların uygulanabilmesi ve arzu edilen amaçlara ulaşabilmek için gerekli sosyo-ekonomik ortam ile siyasal istikrar ortamı 12 Eylül 1980 tarihinde sivil iktidarı deviren askeri darbe ile sağlanmıştır. Örneğin grevler yasaklanmıştır, özgürlükler kısıtlanmıştır.
20
Askeri yönetimle birlikte 1980–1983 döneminde, Kazgan’ın (1994) ifadesiyle tipik bir istikrar programı uygulanması vardır. 1984–1988 dönemi, yeniden demokrasiye geçişle birlikte ekonomide kamu müdahalelerinin en aza indirgenebilmesini sağlayan yapısal reformların yanında ihracata yönelik sanayileşme stratejisi ile başlatılan dış ticarette serbestleştirme politikaları vardır. 1989 yılındaki Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’nda yapılan değişikliklerle; TL’nin konvertibilitesi, finansal serbestleştirme ve özelleştirme süreci aşamasına geçilmiştir. Sözü edilen uygulamalar ve politika arayışlarına rağmen örneğin enflasyon yüzde kırkların altına çekilememiş, bir anlamda enflasyon mevcut iktisat politikalarında kullanılan bir araç gibi kullanılmıştır.
Büyüme dönem boyunca -1 ile 9 arasında istikrarsız bir seyir izlemiş, ihracatta ise önemli sıçramalar olmuştur. Ancak incelenen dönemi sadece bu göstergelerle izlemek sadece genel eğilimi göstermesi açısından anlamlıdır. Konuyu derinleştirmek için sektörel değişmelerin yanında para ve mal piyasalarındaki gelişmeler ile kamu finansman dengesini de dikkate almak gerekir. Bunun için örneğin, kaynakçadaki yazarın kendine ait ya da ilave gösterdiği eserler incelenebilir. 1923-2011 Dönemi Türkiye Ekonomisi başlıklı bir çalışmada doğal olarak bazı konular ya da altbaşlıklar analiz dışı tutulabilir ve referanslar yol gösterici olabilir.
24 Ocak 1980 İstikrar Kararları ve seksenli yıllar boyunca izlenilen iktisat politikaları sürekli biçimde ekonomik istikrar hedeflerini vurgularken, enflasyon ve ihracat sözü edilen kararların uygulanmasında hep öne çıkmıştır. Dönemin iktidar partisi ANAP seksen öncesi günleri ve özellikle enflasyon korkusunu öne çıkarmıştır. Bunlara rağmen istikrar arayışları istikrarsızlık içeren politikalarla sürdürülmüş, yukarıda da belirtiltildiği şekliyle enflasyon, dönemin sermaye birikim sürecinde bir araç olarak kullanılmıştır. İç ve dış borçlardaki gelişmeler ile işsizlik ve enflasyonun gelir dağılımını bozucu etkisi sürekli gündemden düşürülmüştür.
Örneğin Altay (2000) çalışmasında da gösterildiği üzere, kullanılabilir gelirden alınan pay toplumun en alt yüzde yirmilik kesimi için %5,24 iken, 1994 yılında 4,9’a gerilemiştir. Buna karşılık toplumun en üst kesimini gösteren beşinci yüzde yirmilik pay %49,94’den 54,9’a yükselmiştir. Uygulanan iktisat politikaları bu dönemde öne çıkarılan bir hedef olan orta direğin güçlendirilmesi yerine, gelirin en üst gelir grubuna aktarılması şekline dönüşmüştür. Aslında 24 Ocak 1980 ile uygulamaya konulan Friedmancı Monaterist ve Arz Yanlı İktisat Politikaları gibi neo-liberal politikalar başka bir sonuç çıkaramazdı. Enflasyonist birikim süreci, iç ve dış borçlarla kaynak aktarımı istikrarlı bir üretim modeli yerine rant aktaran ve rantla beslenen bir ekonomik modele dönüştürülmüştür. Seksenli yılların ortalarından itibaren başlayan Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki terörist faaliyetler de köyden kente göçü hızlandırmış, bunun sonucunda da kentsel hizmetlere artan talep, hem belediyelerin borçlanmasını uyarmış, hem de hizmet kalitesini düşürmüştür. Doğal olarak bu süreç kentsel rantlarla hem beslenmiş, hem de desteklenmiştir.
Sözü edilen bu değerlendirmelerin yanı sıra dönemin iktidarının öne çıkardığı temel iktisadi göstergeler olan büyüme, enflasyon ve ihracat seksenli yıllar boyunca aşağıdaki gibi bir seyir izlemiştir. Tablo1’deki göstergelere bakıldığında son on yıldır iktidarı elinde bulunduran AKP hükümetlerinin de sürekli aynı kavramları gündeminde tuttuğunu görürüz. Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür. Muhafazakâr partiler açısından bu göstergeler önceliklidir, işsizlik ve gelir dağılımı gibi hedefler öncelikli değildir. Onlara göre ekonomi büyürse işsizlik azalacaktır. Fakat ekonomik büyüme
21
ağırlıklı olarak ülkenin kendi birikimleri, tasarrufu yerine yabancı tasarruflar yani yabancı
sermaye ve ithalat ile beslenirse o zaman ne olacaktır? Bu cevap dünya ekonomisiyle
bütünleşme hedefi ya da açık ekonomiyiz gibi bir açıklamayla ifade edilmektedir. Aslında
sorunun cevabı, sizin yarattığınız katma değerin önemli bir kesimi yurt dışına transfer
ediliyor demektir.
Tablo 1: Seksenli Yıllarda Temel Ekonomik Göstergeler
Yıllar
Büyüme
(%)
Enflasyon
(%)
İthalat
(mr $)
İhracat
(mr $)
1980 -1,1 107,2 7,9 2,9
1983 3,3 40,8 9,2 5,7
1987 7,5 48,9 14,2 10,2
1989 1,9 69,5 15,8 11,66
1990 9,2 52,3 22,3 13,0
Kaynak: Altay, N. Oğuzhan (2000), “Türkiye’de İktisadi Dönüşümlerin Sosyo-Ekonomik Sonuçları
Üzerine Bir Deneme”, Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı 2,
Sayfa59’dan alınmıştır.
Bütün bu gelişmeler dikkate alınıp seksenli yılalrın ortalarından itibaren milli gelir
içerisinde tarım, sanayi ve hizmetler sektörünün gelişimi aşağıdaki grafikten incelendiğinde
tarımın payının gerilediği, buna karşılık hizmetler sektörünün payının arttığı görülmektedir.
Sanayi sektörü ve onun bir alt sektörü olarak imalat sanayinin payları 1986-2006 dönemi
boyunca yatay bir seyir izler ve oran yaklaşık yüzde 25 civarındadır (Bkz. Grafik 1).
Grafik 1: 1986–2006 Döneminde İktisadi Sektörlerin Milli Gelir İçerisindeki Paylarının Gelişimi
Kaynak: World Development Indicators database, April 2008. http://devdata.worldbank.org/AAG/tur_aag.pdf,
Erişim 02.06.2008’den tarafımızca yapılmıştır.
Bu dönemlerde özellikle ticaret, finans ve ulaştırma sektörlerindeki gelişmeler
hizmetler sektörünü uyarmıştır. Ancak tarım sektöründeki bu gerileme bir çözülmeyi
0
10
20
30
40
50
60
70
1986 1996 2005 2006
Sanayi/MG İmalat Sanayi/MG Tarım/MG Hizmetler/MG
22
getirmiş, özellikle hayvancılık sektöründeki gerilemelerle birlikte Türkiye, gıda üretiminde kendi kendine yeten ülke niteliğinden gıda ürünleri ithal eden ülke pozisyonuna düşmüştür. Tarım sektöründeki bu gelişmelerin bir sonucu olarak kırdan kente göç hızlanmış ve kentler değişik sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.
Doksanlı yıllar istikrarsızlığın Türkiye ekonomisinde yoğun biçimde yaşandığı yıllardır. İstikrarsızlık iktisadi olduğu kadar, siyasidir. 1994 yılı önemli bir kriz yılıdır. Türkiye, iktisat tarihinin en yüksek enflasyonunu 1994 yılında yaşamıştır. Enflasyon oranlarının yüzde yüzlerin üzerinde gerçekleşmesi ve büyümenin %-6,1 olması Ocak ayında yaşanan döviz fiyatlarındaki artış ile kendini göstermiştir. Dönemin hükümeti tarafından IMF ile birlikte hazırlanıp açıklanan 5 Nisan 1994 İstikrar Kararları 1994 yılını kurtaramamıştır. Buna karşın paketin uygulanmasıyla birlikte izleyen üç yılda yüksek büyüme oranları yakalanabilmiş, ancak enflasyon yüzde 60’larda yapışıp kalmıştır. Güney Doğu Asya ve Rusya’da 1997 yılında yaşanılan krızin etkileri iç dinamiklerle birlikte bütünleşerek 1998 ve özellikle 1999 yılında Türkiye Ekonomisinin dip yapmasına neden olmuştur. Nitekim 1998 yılından itibaren ekonomi gerek dış, gerekse iç koşullardan kaynaklanan sorunlarla yeniden kriz sarmalına yakalanmış, üç yıldır ortalama yüzde sekizler civarında büyüyen ekonomi 1998 yılında ancak %3,8 oranında büyüyebilmiştir. Ekonomi 1999 yılında bir kez daha % 6 oranında küçülmüştür. İşsizlik oranlarında yüzde altılar yakalanmışken, yeniden sekizin üzerine tırmanmıştır. Benzer gerilemeleri ihracatta da görmek mümkündür. Aşağıdaki Tablo 2’den sözü edilen gelişmeleri izlemek mümkündür.
Tablo 2: Temel Ekonomik Büyüklükler (1990 – 1999)
1990
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
GSMH (Milyar $)
150.8
178.7
132.3
170.1
182.8
192.4
206.5
185.2
Büyüme (%)
9.4
8.1
-6.1
8.1
7.9
8.0
3.8
-6.4
Nüfus (Yıl Ortası, Bin Kişi)
56,5
59,5
60,6
61,6
62,7
62,5
63,5
64,4
Kişi Başına GSMH(Cari Fiyatlarla, $)
2,712
3,056
2,159
2,759
2,916
3,080
3,255
2,879
Ort. TEFE-ÜFE (%)
52.3
58.4
120.7
86.0
75.9
81.8
71.8
53.1
Ort. TÜFE (%)
60.3
66.1
106.3
89.1
80.4
85.7
84.6
64.9
İhracat-FOB (Milyar $)
13.0
15.3
18.1
21.6
32.0
32.1
30.7
28.8
İthalat-CIF (Milyar $)
22.3
29.4
23.3
35.7
43,6
48,6
44.9
39.3
İşsizlik (%)
8,2
7,3
8,1
6,9
6,0
6,4
6,4
7,66
Kaynak: Maliye Bakanlığı, http://www.muhasebat.gov.tr/ekogosterge/index.php ve www.tuik.gov.tr
Sanayi sektörünün milli gelir içerisindeki gelişme hızı, gerek 1986–1996 dönemi, gerekse hizmetler sektöründeki gelişmeler ile kıyaslandığında çok gerilerdedir. Örneğin
23
sanayi sektörünün GSYİH’daki payının ortalama büyüme hızı 1986–1996 döneminde %5 iken, aynı oran 1996–2006 dönemi için % 3,9’dur. Sanayi sektörü ve imalat sanayinin GSYİH içerisindeki gelişimi en yüksek değerlere 1986–1996 döneminde ulaşmış, buna karşın tarım sektörü ciddi bir gerileme yaşamış, aradaki fark ise doğal olarak hizmetler sektörüne kaymıştır. Ancak yıllar itibariyle ele alındığında 2005 ve 2006 yılları için sanayi sektörü önemli bir pozitif ivme kazanmıştır (Bkz. Tablo 3).
Tablo 3: Türk Ekonomisinde Sektörel Büyüme Hızları (1986–2006)
Sektör Artış Hızı (%)
1986-1996
1996-2006
2005
2006
Tarım/GSYİH
1,2
0,9
5,6
2,9
Sanayi/GSYİH
5
3,8
6,5
7,4
İmalat San/GSYİH
4,9
3,9
6,1
7,4
Hizmetler/GSYİH
4,1
3,4
7,6
5,6
GSYİH Büyüme Hızı
4
3,5
7,4
6,1
Kaynak: World Development Indicators database, April 2008. http://devdata.worldbank.org/AAG/tur_aag.pdf, Erişim 02.06.2008.
İncelenen seksenli ve doksanlı yıllarda Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerine bakıldığında, Topluluğun kendi iç dönüşümü yanında genişleme süreci, yani yeni üyelerle büyüyen bir yapı karşımıza çıkar. Türkiye, Avrupa Birliği hedefi doğrultusunda 14 Nisan 1987 tarihinde bir kez daha Topluluğa tam üyelik talebinde bulunmuştur. Ancak Topluluk, kendi iç pazarının oluşumunu tamamlamadan, diğer bir ifade ile 1993 yılından önce yeni bir üyeyi kabul edemeyeceğini 18 Aralık 1988’de Türkiye’ye bildirmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin Topluluğa katılmadan ekonomik, sosyal ve siyasi gelişmelerini tamamlaması gerektiği açıklanmıştır. Avrupa Topluluğu’nun (AT) bütünleşme hareketleri, 7 Şubat 1992 tarihli Maastricht Antlaşması ile yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönemle birlikte, 1 Ocak 1993’ten itibaren Topluluk içerisinde tek pazara geçiş ve üye ülkelerin sınırlarının kaldırılması süreci başlamıştır. Maastricht Antlaşması’nın 1 Kasım 1993’de yürürlüğe girmesinden sonra AET, AB’ne dönüşmüştür.
? Ekonomik birlik, artık siyasi ve sosyal birlikle bütünleşecektir. Yeni dönem Türkiye-AB ilişkilerinde olduğu kadar, AB’nin kendisi açısından da çok önemlidir. AB’nin genişleme süreci ve yönü konusundaki önemli bir diğer gelişme 22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi’nde alınan kararlardır.
? Zirve sonucunda, ülkelerin ekonomik performanslarının Kopenhag Kriterleri olarak tanımlanan iktisadi, siyasi ve AB hukukuna uyum şeklinde ana başlıklarda belirlenen göstergelere uymak zorunda oldukları açıklanmıştır. Ana hatları itibariyle bu üç temel başlık, etkin işleyen bir piyasa ekonomisi, bireyin temel hak ve özgürlüklerin varlığı ve güvence altına alınması ile AB müktesabatına uyum şeklinde ifade edilebilir. Türkiye için bu üç başlığı dikkate aldığımızda herhalde bireyin temel hak ve özgürlükleri konusunda herhalde çok mesafe alması gerekecektir.
24
? AB’nin geçirdiği bu dönüşüm, Türkiye’nin Ankara Anlaşması kapsamında AB ile gireceği “Gümrük Birliği” sürecini de hızlandırmıştır.
? Türkiye-AB arasındaki Gümrük Birliği’nin gerçekleştirilmesi kararı, Ortaklık Konseyi’nce 6 Mayıs 1995 tarihinde alınmıştır.
? Karar yaklaşık yedi ay sonra 13 Aralık 1995’de, Avrupa Parlamentosu’nda onaylanmış ve Türkiye-AB arasındaki Gümrük Birliği 1 Ocak 1996’da fiilen başlamıştır.
? Gümrük Birliği yanında Türkiye ekonomisinin gelişim trendi ve Kopenhag Kriterleri’ne uyum yönündeki reform çabaları aslında, Türkiye ekonomisinin istikrara kavuşturulması yanında iktisadi kalkınması ve demokrasinin bir yaşam biçimi olarak içselleştirilmesi için yürütülen politikalar olarak görülmelidir. Dolayısıyla Türkiye süreci bu hedefler doğrultusunda yürütmeli ve yönetmelidir.
7. Dünya Ekonomisi İle Bütünleşmenin Güçlendirilmesi ve AB Müzakere-Tam Üyelik Süreci (1999–2008)
Türk ekonomisinin dünya ekonomisi ile bütünleşme sürecine yönelik politikalar doksanlı yıllarda da sürdürülmüş, gerek finansal kesimde, gerek reel ve kamu kesimlerinde reform uğraşları krizler sonrası IMF ile birlikte uygulanmaya çalışılmıştır. Doksanlı yılların sonunda enflasyonla mücadele orta vadeli bir program kapsamında yeniden Türkiye’nin gündemindedir. Uluslararası Para Fonu (IMF) ile 1998 ve 1999 yıllarında devam ettirilen görüşmeler Yakın İzleme Anlaşması’na dönüşerek, 19 Aralık 1999 günü IMF’ye Niyet Mektubu sunulmuş ve hazırlanan program 2000 yılı başında uygulanmaya başlanmıştır. Döviz kuru çıpasına dayalı bu strateji aşamalı olarak uygulanacak ve üç yıllık bir dönemi kapsayacaktır. IMF öncülüğünde uygulanacak bu orta vadeli program;
? ekonominin yapısal sorunlarının çözümlenmesini,
? kamu borçlanma gereğinin düşürülmesini ve
? 2002 yılı sonunda enflasyonun (TÜFE) yüzde 7’ye çekilmesini hedeflemiştir.
Daraltıcı maliye ve para politikaları araç olarak seçilmiş ve programla birlikte hayata geçirilmesi gereken önemli yapısal reformlar, finans piyasalarında reform, tarım reformu, sosyal güvenlik reformu, kamu mali yönetimi reformu ve vergi reformudur.Ayrıca 24 Ocak 1980 tarihinden itibaren merkez sağ iktidarların ekonomi gündemlerinin birinci sırasında yer alan özelleştirme bu programla tekrar gündeme gelmiş, verimli çalışmayan KİT’lerin kapatılması, birleştirilmesi ve satılması ile mevcut atıl istihdamın ortadan kaldırılması şeklindeki politikalar programın başarısı için önemli sayılmıştır. Programın yapısal reformlar kısmına baktığımızda bu reformlar ile
? uygulanan bütçe uyum politikalarını orta vadede sürdürülebilir hale getirmeyi,
? kamu sektörü borcuna ilişkin faiz ödemelerinin yükünü düşürmeyi,
? şeffaflığı ve ekonomik etkinliği artırmayı hedeflemekteydi.
Ancak uygulanan politikaların sonucunda hedeflerdeki sapmalar 2001 Krizine ortam hazırlamıştır (Göstergeler için bkz.Tablo 3).
25
? 2000 yılı başında hedeflenen TÜFE’de % 25 ve TEFE’de % 20’lik hedeflere ulaşılamamış, yılsonunda TÜFE % 39, TEFE % 32,7 olarak gerçekleşmiştir.
? Döviz kurlarında 1$+0,77Euro’dan oluşan döviz sepeti %20 değer kazanmış, GSMH’daki artış % 4’ü aşarak % 6,3 olmuştur.
? İhracat 27,775 milyar US$, ithalat 54,503 milyar US$ olarak gerçekleşirken ihracatın ithalatı karşılama oranı %51’dir.
Bunlarla birlikte 2000 yılı Kasım ayında TCMB’nin uyguladığı sıkı para politikası piyasadaki likidite miktarını daraltmış ve buna bağlı artan gecelik faiz oranlarındaki yüzde iki binler seviyesi piyasalarda Likidite Krizi’ne neden olmuştur. Krizden hemen sonra Aralık 2000 tarihinde IMF’ye yeni bir Niyet Mektubu sunulmuştur. Bu mektupta yapısal reformlar alanında belirlenen temel hedefler piyasaların düzenlenmesine yönelik adımlardır ve “Yapısal Reformların” önemini vurgulaması açısından dikkat çekmektedir. Ancak burada öncelik tarım ve bankacılık sektörlerine verilmiş, maalesef sanayi sektörü ve Türk ekonomisinin motoru sayılabilecek KOBİ’ler burada da dikkate alınmamıştır. Türk Ekonomisi 2001 yılına bu göstergeler ve Kasım Likidite Krizi’nin gölgesinde girmiş ve 21 Şubat’ta büyük bir iktisadi kriz yaşamıştır.
Türk ekonomisini yeniden krize sürükleyen unsurlar;
1-yapısal reformların tamamlanamaması,
2-dönem başında düzeltici bir devalüasyonun yapılamaması,
3-yüksek tüketim eğiliminin dikkate alınmaması,
4-kısa dönemli sermaye girişlerine karşı gereken önlemlerin alınamaması,
5-dönem başında bankacılık reformunun yapılamaması şeklinde sayılabilir.
Kriz ile birlikte sabit döviz kuru rejimi terk edilerek esnek (dalgalı) kur politikasına geçilmiş ve parasal büyüklüğe dayalı para politikası stratejisi kabul edilmiştir. IMF öncülüğünde hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) 2001 Mayıs ayında uygulamaya konulmuştur. Yeni programın temel amacı, güven bunalımı ve istikrarsızlığı ortadan kaldırmanın yanı sıra kamu yönetimi ile ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmaktır.
Program’da serbest piyasa ekonomisinin işlerliği ve kamunun müdahalesinin en aza indirilmesini hedefleyen yapısal reformlar; tarım ve mali sektörün yeniden yapılandırılması, ekonomide rekabeti ve etkinliği artıracak düzenlemeler ve sosyal dayanışmayı güçlendiren düzenlemeler şeklinde yer almıştır. Ekonomide etkinlik ve rekabeti arttıracak düzenlemeler bir yandan piyasa sisteminin işlerliği ve iktisadi istikrar, diğer yandan yatırım ve iktisadi faaliyetler için uygun bir ortam yaratmaya yönelik çabalar bu programın temel ilkelerindendir. Bu doğrultuda programda öngörülen hedeflere ulaşılması ve ekonominin yeniden yapılandırılması konusunda DSP, MHP ve ANAP tarafından oluşturulan koalisyon hükümetinin siyasi taahhüdü ve desteği programa tam olmuştur. Hatta 2002 yılı sonlarına doğru iktidara gelen AKP hükümeti bu programa sahip çıkmış ve IMF’le birlikte sözü edilen programı 2008 yılına kadar sürdürmüştür. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı bu temel ilkeler çerçevesinde;
? dalgalı kur sistemi içinde enflasyonla mücadeleyi kesintisiz ve kararlı biri biçimde sürdürmeyi,
26
? bankacılık sektöründe kamu ve TMSF bünyesindeki bankalar başta olmak üzere hızlı ve kapsamlı bir yeniden yapılandırılmayı, böylece bankacılık kesimi ile reel sektör arasında sağlıklı bir ilişki kurmayı,
? kamu finansman dengesini bir daha bozulmayacak bir biçimde güçlendirmeyi,
? toplumsal uzlaşmaya dayalı, fedakârlığın tüm kesimlerce adil bir biçimde paylaşılmasını öngören ve enflasyon hedefleri ile uyumlu bir gelirler politikası sürdürmeyi ve
? bütün bunları etkinlik, esneklik ve şeffaflık ile sağlayacak yapısal unsurların yasal altyapısını oluşturmayı kendisine alt hedefler olarak seçmiştir.
Program kapsamında, aynı zamanda serbest piyasa ekonomisinin işlerliği için gerekli olduğu belirtilen dört ana alanda on beş yasal düzenleme yapılmıştır. Bunlar sırasıyla aşağıda verilmiştir:
? Mali Sektörün Yeniden Yapılandırılması:
—Bankaların mali bünyelerinin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması gerekçesinden hareketle Bankalar Kanunu’na ilişkin yasal süreç başlatılmış ve gerekli değişiklikler yapılmıştır.
? Ekonomide Rekabeti ve Etkinliği Artıracak Düzenlemeler:
—Şeker Kanunu
—Tütün Kanunu
—Doğalgaz Kanunu
—Türk Telekom’un Özelleştirilmesi
—Sivil Havacılık Kanunu
? Sosyal Dayanışmayı Güçlendiren Düzenlemeler:
—İş Güvencesi Yasası: Avrupa Birliği Ulusal Programında kısa vadeli öncelikler arasına alınmıştır.
—Ekonomik ve Sosyal Konsey Yasası: Ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasında toplum kesimleri arasında uzlaşma ve işbirliğinin geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Kamu kesimi, işçi, işveren ve diğer sivil toplum örgütlerini bir araya getiren konseyle ilgili yasa çıkarılmıştır.
? Reel Ekonomiye Yönelik Önlemler:
İhracatın artırılmasına yönelik ilave tedbirler alınacaktır. Bu kapsamda;
—Bütçeden ve diğer kaynaklardan sağlanacak finansmanlar çerçevesinde Eximbank’ın kredi imkânları artırılacak,
—İhracatta KDV ödemeleri hızlandırılacak,
—Desteklerle ilgili uygulamalarda bürokratik işlemler azaltılacaktır.
27
IMF öncülüğünde sürdürülen 2000 ve 2001 istikrar paketleri, 24 Ocak 1980 İstikrar Paketi’nden sonra Türk Ekonomisinin piyasa ekonomisi yönünde temel yapısal dönüşümünü sağlayan kararlardır. Burada nihai amaç,
***ekonomide sürdürülebilir bir gelişme ortamını sağlayarak kaynak kullanma sürecindeki verimliliği artırmak,
***dışa açık bir yaklaşımla piyasa koşullarında ülkenin rekabet gücünü geliştirmek ve
***böylece ekonomide büyümeyi, yatırım ve istihdamı artırarak halkın geleceğe umutla bakmasını sağlamak ve
***refah düzeyini kalıcı bir biçimde yükseltmektir.
Sözü edilen istikrar paketlerinin sonuçları Tablo 4 yardımıyla açıklanabilir. Tablo 1999–2006 dönemi gerçekleşmelerini göstermektedir.
Tablo 4:Temel Ekonomik Büyüklükler (1999 – 2006)
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
GSMH (Milyar $)
185
201
148
1801
239
299
360
400
Büyüme (%)
-6,4
6,1
-9,4
7,9
5,9
9,9
7,6
6
Nüfus (Yıl Ortası, Bin Kişi)
64,4
67,4
68,5
69,6
70,7
71,8
72,3
72,6
Yıl Sonu TEFE-ÜFE (%)
62.9
32.7
88.6
30.8
13.9
13.8
2.66
11,5
Yıl Sonu TÜFE (%)
68.8
39.0
68.5
29.7
18.4
9.3
7.7
9,6
Ort. Döviz Kuru
(TL-$ 2005 yılından
itibaren YTL/$)
417.581
623.749
1.222
1.504
1.487
1.422
1.34
1.41
İhracat-FOB (Milyar $)
29
31
34
40
47
63
73
89
İthalat-CIF (Milyar $)
39
53
39
48
69
97
116
136
Kaynak: Maliye Bakanlığı, (http://www.muhasebat.gov.tr/ekogosterge/index.php)
Ekonominin genel finansman dengesi dikkate alındığında, yaşanılan nispi istikrarın altında önemli ölçüde borçlanma politikalarının olduğunu göstermektedir. Örneğin Ekim 2003 yılındaki iç borç stoku 144 milyar US$ iken, Ekim 2007’de 258 milyar US$’a yükselmiştir. Aynı tarihler dikkate alındığında dış borçlar 130 milyar US$’dan 226 milyar US$’a yükselmiştir. Yukarıdaki tabloda dikkate alınması gereken önemli bir diğer unsur cari açıktır. İncelenen süreç değerli TL politikasına yönelik para ve döviz kuru politikalarıyla desteklenerek cari açığın finansmanı ağırlıklı biçimde yabancı sermaye ile sağlanmaya çalışılmaktadır. Cari açık Türkiye ekonomisinin günümüzde de en önemli sorunlarındandır. Türkiye ekonomisinin 2000 yılı başından itibaren izlediği politikaların
28
sonuçlarından büyüme ve iktisadi sektörlerin milli gelirdeki paylarını AB Euro Bölgesi ve Dünya ekonomisi ile kıyaslayarak aşağıdaki sonuçları görmek mümkündür.
Tablo 5: Türkiye, Dünya ve AB Euro Bölgesi Temel Ekonomik Göstergeleri (2000-2006)
Dünya
2000
Euro
Bölgesi
TR
Dünya
2005
Euro
Bölgesi
TR
Dünya
2006
Euro
Bölgesi
TR
Nüfus (Mn)
6.077
306
67
6.462
315
72
6.538
317
73
GSYİH
(Mr $)
31.876
6.244
0.199
44.983
10.082
363
48.461
10.636
403
Büy. Hızı(%)
4,1
3,9
7,4
3,5
1,5
7,4
3,8
2,7
6,1
Tarım/
GSYİH
4
2
15
3
2
11
—-
2
10
Sanayi/
GSYİH
29
28
24
28
26
27
—-
27
27
Hizmet/
GSYİH
67
71
60
69
72
63
—-
72
63
Kaynak: World Development Indicators database, April 2008. http://ddp-ext.worldbank.org/ext/ddpreports/ViewSharedReport?REPORT_ID=9147&REQUEST_TYPE=VIEWADVANCED&WSP=N&HF=N/CPProfile.asp 2.06.2008
Aynı dönemlerde AB ile ilişkiler yeni bir dönemece girmiştir. AB Konseyi, 10–11 Aralık 1999’da Helsinki’de yaptığı toplantıda Türkiye’nin ekonomik ve diğer alanlarda gösterdiği olumlu gelişmeleri dikkate alarak, Türkiye (ve muhtemel AB üyesi olacak aday ülkeler) için bir “Katılım Ortaklığı Belgesi” hazırlanması kararı almıştır.
AB Komisyonu, “bir yol haritası” anlamında tanımladığı ve Türkiye’nin tam üyelik stratejisini tek taraflı olarak belirlediği Katılım Ortaklığı Belgesi’ni 8 Kasım 2000 tarihinde açıklamıştır. Türkiye, AB’nin bu girişimi karşısında Katılım Ortaklığı Belgesi’ni dikkate alarak bir “Ulusal Program” hazırlamakla ve bunu kabul etmekle yükümlü kılınmıştır. Bu doğrultuda Türk Hükümeti, bir Ulusal Program hazırlayarak bunu kabul ettiğini beyan etmiş ve Program’ı 17 Nisan 2001 tarihinde Avrupa Birliği’ne sunmuştur.
AB normlarına her yönüyle hazırlanma sürecini kısa ve orta vadelere yayarak kendisi için yeni bir sayfa açan Türkiye, 3 Ekim 2005’te Müzakere Çerçeve Belgesinin AB Konseyi tarafından kabul edilmesi ile resmen müzakere sürecine başlamaya hak kazanmıştır. Günümüzde ilişkiler, AB tarafından tüm adaylarla tam üyelik öncesinde gerçekleştirilen müzakerelerle devam etmektedir. Belirlenen konu başlıkları 32 fasılda toplanmış ve halen AB’nin görüşmeye açtığı ilgili fasıllarda görüşmeler sürdürülmektedir. Ayrıca AB, hazırladığı İlerleme Raporları ile Türkiyenin katettiği süreci yakından takip etmektedir.
29
Türk Ekonomisi, birikimli bir şekilde geçmişten günümüze gerçekleştirdiği yapısal reformlar ve sürdürülen iktisat politikaları ile bir yandan istikrarı, diğer yandan işleyen bir serbest piyasa ekonomisini sağlamaya çalışırken, bütün bunları iki uluslararası çıpa aracılığıyla sürdürmüştür. Bunlar IMF-Dünya Bankası ve AB çıpaları olup, son üç yıldır IMF çıpasını terkeden hükümet AB çıpası ile yoluna devam etmektedir. Ancak buna uyum noktası ise tartışmalıdır. Bu süreçle birlikte 2007-2008 yılları Türkiye ekonomisine ilişkin temel göstergeler aşağıdaki tablodan izlenebilir.
Tablo 6: Temel Ekonomik Göstergeler (2007-2008)
2007
2008
Büyüme (%)
4,7
1,1
İşsizlik oranı (%)
10,3
11,0
ÜFE (%)
5,9
8,11
TÜFE (%)
8,4
10,04
İç Borç Stoku (Milyar $)
Dış Borç Stoku (Milyar $)
195
247,2
211
262,9
İhracat (Milyar $)
107
132
İthalat (Milyar $)
170
202
Kaynak:TUİK, www.tuik.gov.tr verilerinden yararlanılmıştır.
Daha öncede belirtildiği üzere bu dönemde yakalanan ekonomik istikrar görecelidir. Çünkü sadece enflasyon, büyüme ve ihracat rakamları üzerinden bu sonuca ulaşılmaktadır. Buna karşın ithalat ve dolayısıyla cari açık, iç ve dış borçlanmadaki artışlar ve işsizlik rakamları ile yoksulluk göstergelerine bakıldığında başka bir Türkiye görünmektedir. Örneğin 2008 yılında imalat sanayiindekü küçülme %1,8’dir. Özel sekrörün sabit sermaye yatırımlarındaki değişme negatif olup, bu oran %-7,3’dür. Dolayısıyla Türkiye böyle bir görünümle Küresel Finans Krizini karşılamıştır.
8. Küresel Finansal Kriz (2008-2011)
ABD finans piyasalarında konut sektörünün finansmanında uzmanlaşmış Mortgage şirketlerinde başlayıp, bankaları ve menkul kıymet piyasalarını etkileyen kriz, Avrupa ekonomilerini de çok yakından etkilemiştir. Doğal olarak küresel finans krizi Türk ekonomisini de derinden etkilemiştir. 2007 yılında %4,6 oranında büyüyen ekonomi, 2008 yılının dördüncü çeyreğinde küçülmeye başlamış ve yılsonunda %0,9 oranı ancak yakalanabilmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından 10 Eylül 2009 tarihinde açıklanan rapora göre ekonomi üçer aylık dönemlerde %14,3 ve %7,0 oranlarında küçülürken milli gelirdeki dramatik gerileme 2009 yılında da sürmüştür. Bu oranlar dünya ekonomisinin öne çıkan ülkelerinin büyüme rakamları ile kıyaslandığında yüksektir. Örneğin 5 Eylül 2009 tarihli The Economist Dergisi bazı ülkeleri kıyaslamıştır. İkinci üç aylık dönemde yüzde olarak ABD 3,9, Almanya 5,9, Fransa 2,6, İngiltere 5,5 ve Rusya 10,9
30
oranında küçülürken, Türk ekonomisi ile mukayese edilebilecek ekonomilerden Arjantin
birinci çeyrekte %2 büyürken, Brezilya ekonomisi %1,8 oranında küçülmüştür.
Grafik 2: Ocak 2009’da Türk Sanayisi
Aylık Sanayi Üretim Endeksi, 2005=100
70.0
80.0
90.0
100.0
110.0
120.0
130.0
140.0
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12
2008 2009
Kaynak: TÜİK, verilerinden tarafımızca yapılmıştır.
Dünya ekonomisinin 2010 yılında toparlanabileceğine ilişkin görüşler o
dönemlerde ABD, AB, IMF ve WB otoriteleri tarafından sıkça vurgulanmıştır. Örneğin
IMF, 2009 yılı dünya ekonomisi büyüme tahminini %0,5 oranında öngörürken bu oranı
önce %-1,3’e çekmiş, daha sonra tahminini %-1,4’e yükseltmiştir. IMF, 2009 yılında Türk
ekonomisinin küçüleceğini belirtirken, bunu da %-1,5 şeklinde açıklamıştır. The Economist
ise Türkiye’nin 2009 yılında %5,6 oranında küçüleceğini vurgulamıştır. Türk Merkez
Bankası da, bu yılın sonu için enflasyon oranının büyük bir olasılıkla % 5,9 civarında
gerçekleşeceğini vurgulamıştır. Bütün bu değerlendirmeleri bir kenara bırakarak 2009
yılındaki geçekleşmeleri aşağıdaki tablodan izleyelim ve yukarıdaki Tablo 6’dan 2007 ve
2008 yılları ile mukayese edelim.
Tablo 7: Kriz Yılı 2009’da Temel Ekonomik Göstergeler
Büyüme
(%)
İşsizlik
(%)
ÜFE
(%)
TÜFE
(%)
İç Borç
Stoku (Mr $)
Dış Borç
Stoku (Mr $)
İhracat
(Mr $)
İthalat
(Mr $)
-4,7 14 5,93 6,53 330 271,1 109,6 134,5
Kaynak:TİSK,Rakamlarla Türkiye verilerinden yararlanılmıştır.
Yukarıdaki veriler krizin teğet geçtiği Türkiye ekonomisine aittir (!). Siyasi
söylemin dışına çıkılarak gerçek anlamda bakılırsa Türk Ekonomisi 2008 yılı itibariyle
küçülme sürecine girmiş, 2009 yılında da bir önceki yıla göre örneğin 1,1 oranında
büyüyen ekonominin 4,7 oranında küçüldüğü görülmektedir. İşsizlik %11 seviyesinden
%14’e çıkmıştır. İç ve dış borç stokunda da benzer artışlar sözkonusudur.
Türk bankacılığı ve sermaye piyasalarında dramatik çöküşlerinin yaşanmamasının
temel nedeni ise 2001 kriziyle birlikte krizden çıkış politikalarından olan bankacılığa ilişkin
düzenlemeler ve o dönemde yaşanan maliyetlerdir. Ayrıca hanehalkı ve firmaların krizden
çıkış için kredilere yönelmesidir. Kredilerdeki net tutarlar 278 milyar TL’den 305,5 milyar
31
TL’ye yükselmiştir. Örneğin Türk ekonomisinin son on yıldır can simitlerinden birisi olan yabancı sermaye girişlerine bakıldığında da 2007-2009 yılları arasındaki girişler ortalama rakamlarla ifade edilirse 19 milyar dolardan, 2008 de 14,7’ye 2009’da da 5,7 milyar dolara gerilemiştir.
Dünya ekonomisini ve Türkiye’ye büyüme rakamları ile etkilerini gösterdiğimiz finans krizine karşı bazı ülkelerin aldığı kararlara kısaca bir göz atalım.
A-Türkiye’de krize teğet nasıl çizilir tartışılırken farklı ülkelerden Krizi önlemeye yönelik paketler:
? ABD’de Kongre finansal piyasalar için hazırlanan 700 milyar dolarlık Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı’nı (TARP) kabul etti. ABD Merkez Bankası (Fed), küresel krizle baş edebilmek amacıyla 800 milyar dolarlık yeni bir teşvik planı daha açıkladı (03.10.2008).
? İngiltere’nin kurtarma paketi 680 milyar dolarlık büyüklüğe ulaşırken, Almanya’da 500 milyar euro, Fransa da 461 milyar euro’luk mali yardım paketi kabul edildi (15.10.2008).
? İspanya’da hükümet mali sektöre destek amacıyla kurulan 30 milyar avroluk fonun, gerekirse 50 milyar avroya çıkarılabileceğini bildirmiştir (07.10.2008).
? İrlanda büyüklüğü 400 milyar avroyu bulan kurtarma planı açıklamıştır (13.10.2008).
? FED, Avrupa Merkez Bankası, İngiltere Merkez Bankası, İsveç Merkez Bankası, Kanada Merkez Bankası ve Çin Merkez Bankası 8 Ekimde koordineli olarak faiz oranlarını indirdi.
? Daha sonra FED faiz oranını yüzde 0,25’e, Avrupa Merkez Bankası yüzde 2,5, İngiltere Merkez Bankası yüzde 2’ye, Kanada Merkez Bankası yüzde 1,5’e ve Japonya Merkez Bankası yüzde 0,3’e indirdi.
? FED, küresel kredi krizini dindirmeye yardımcı olmak için Brezilya, Meksika, Güney Kore ve Singapur ile de swap hattı (döviz takası) açmıştır. Fed, böylece her ülkenin merkez bankasına 30’ar milyar dolar sağlayacaktır (30.10.2008).
? İngiltere Merkez Bankası ”Finansal İstikrar” raporuna göre, kredi krizi nedeniyle dünyadaki finans kuruluşlarının zararının 2,8 trilyon dolara ulaştığı bildirilmiştir (28.10.2008).
B- Türkiye’de Alınan Önlemler
? Kısa çalışma ödeneği maaşı yüzde 50 artırıldı süresi 6 aya çıkarıldı.
? Yatırımların teşvikine yönelik Kurumlar Vergisi indirimi getirildi.
? 5 yıldır uygulanan Teşvik Yasası bir yıl daha uzatıldı.
? Özel İletişim Vergisi yüzde 15’ten yüzde 5’e indirildi.
? 30 yaş üstü araçların MTV borçları silindi.
? TMO’ya özel tertip tahvil ihracı yetkisi verildi.
? Döviz Depo Piyasası’nda aracılık faaliyeti başladı.
32
? Yabancı para zorunlu karşılık oranı 2 puan indirildi.
? Türk parası zorunlu karşılıkların faiz oranı artırıldı.
? İhracat reeskont kredisi limiti 1 milyar dolara yükseltildi.
? Hazine’nin toplam garanti ve ikraz limiti 4 milyar dolara çıkarıldı.
? KOBİ’lere 350 milyon TL’lik sıfır faizli kredi desteği sağlandı.
? Vergi borçlarına on sekiz ay süreyle yüzde 3 faizle taksitlendirilme imkânı getirildi.
? İstihdam paketi kapsamında işveren primi beş puan düşürüldü.
? Varlık Barışı yasası yürürlüğe konuldu.
? Hisse senedi kazançlarında yerli yatırımcılara uygulanan stopaj sıfır oldu.
Alınan bu önelemlerle birlikte 2010 yılında ekonomi dış faktörlerinde etkisiyle nispi olarak toparlanma sürecine girmiş ve bunlar göstergelerede yansımıştır. Aşağıda Orta Vadeli Program (OVP) hakkında bilgi verilerek 2011-2013 döneminde Türkiye ekonomisinin seyri ortaya koyulacaktır. Okuyucu yaşadığı bu yakın döneme ilişkin kendi değerlendirmesini yapabimesine olanak tantınacaktır. Bunun için Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) OVP Raporu’nadan yararlanılacaktır.
? OVP her yıl, 3 yıllık dönemler halinde DPT tarafından hazırlanır.
? Her program bir öncekinin devamı niteliğinde olup, uygulanmakta olan ilke, politika ve önceliklerle uyum arz etmektedir.
? Amacı; Ülkemizin refah seviyesinin artırılması nihai hedefi doğrultusunda, büyümeye istikrar kazandırmak, istihdamı artırmak, kamu dengelerini iyileştirmek ve fiyat istikrarını sağlamaktır.
? Hedefler;
-Büyüme ve İstihdam
-Kamu Maliyesi
-Ödemeler Dengesi
-Enflasyon
başlıkları olmak üzere dört grupta incelenmektedir. Aşağıda bunlara kısaca değinilip daha sonra toplulaştırılmış bir tabloda hepsi sırasıyla gösterilmektedir. Unutulmaması gereken bu programın her yıl için yeniden revize edilmesi, yani iç ve dış gelişmelere göre düzenlenmesidir. Muhtemelen 2011 yılı ortalarında hazırlanacak bu programda veriler yeniden güncellenecektir. Ancak okuyucuya genel bir bilgi verilmesi açısından incelenmesinde yarar vardır. Sırasıyla temel hedefleri inceleyelim.
Büyüme ve İstihdam
? Büyüme;
-2011’de yüzde 4,5–2012’de yüzde 5-2013’de yüzde 5,5
33
? Harcamalar; (2011-2013 yıllık ortalama reel artış)
-Özel tüketim harcamaları yüzde 4,4
-Özel sabit sermaye yatırım harcamaları yüzde 10,8
-Kamu tüketim harcamaları yüzde 3,9
-Kamu sabit sermaye yatırımları 2,5
Kamu Maliyesi
? Program dönemi sonunda kamu kesimi açığının GSYH’ya oranının yüzde 1,2’ye gerileyeceği öngörülmektedir. (2010 yüzde 3,4)
? 2013 yılı genel devlet açığının GSYH’ya oranı yüzde 1,1’e düşmesi hedeflenmektedir. (2010 yüzde 3,7)
? Kamu kesimi fazlasının GSYH’ya oranı 2013 itibariyle yüzde 1,7’ye yükseleceği beklenmektedir.
? Devlet harcamalarının GSYH’ya oranı 2013 yılında yüzde 36,1 olması beklenmektedir.(2010 yüzde 39,1)
Not: 2010 yılı tahmini kamu kesimi açığının GSYH’ya oranı 3,4 – 2010 yılı genel devlet açığı yüzde 3,7 – 2010 yılında GSYH’ya oran olarak yüzde 1 düzeyinde olan -faiz giderleri ve özelleştirme gelirleri hariç- kamu kesimi fazlasının
? Genel devlet faiz dışı harcamalarının GSYH’ya oranı program dönemi sonunda yüzde 32,6’ya gerilemesi beklenmektedir. (2010 yüzde 34,4)
? Özelleştirme gelirleri hariç genel devlet gelirlerinin GSYH’ya oranının, 2013 yılında yüzde 34,3 olması beklenmektedir. (2010 yüzde 35)
? AB tanımlı genel yönetim nominal borç stokunun 2013’de yüzde 36,8 olması beklenmektedir.
? Faiz dışı fazlasının GSYH’ya oranının Program dönemi sonunda yüzde 0,1 faiz dışı açığa dönüşmesi beklenmektedir.
Not: Program döneminde gerçekleştirilmesi öngörülen özelleştirmeler sonrasında küçülen KİT sisteminin, doğal gaz tüketiminin arzın altında kalmasının da tesiriyle 2010 yılında yüzde 0,3 olması tahmin edilen faiz dışı fazlasının GSYH’ya oranının
Ödemeler Dengesi
? İhracatın dönem boyunca yıllık ortalama olarak cari fiyatlarla yüzde 12,7 oranında artarak 160 milyar dolara ulaşması beklenmektedir.
? Büyümeye paralel yıllık ortalama ithalat yüzde 11,3 artışla 2013 yılında 245 milyar dolara ulaşacağı tahmin edilmektedir. Dönem sonunda yakıt ithalatının 53,1 milyar dolara ulaşması beklenmektedir.
Enflasyon
? Gıda enflasyonunun yüzde 7 seviyesinde seyretmesi tahmin edilmektedir. Petrol fiyatlarının 80-85 dolar seviyesinde gerçekleşmesi beklenmektedir.
34
Tüfe yıllık artış hızı 2011, 2012 ve 2013 yılları için ise sırasıyla yüzde 5,3, yüzde 5 ve yüzde 4,9 olarak tahmin edilmiştir.
Tablo 8: Temel Ekonomik Büyüklükler
2010
2011
2012
2013
BÜYÜME VE İSTİHDAM
GSYH (Milyar TL, Cari Fiyatlarla)
1.099
1.215
1.343
1.485
GSYH (Milyar Dolar, Cari Fiyatlarla)
730
781
847
913
Kişi Başına Milli Gelir (GSYH, Dolar)
10.043
10.624
11.405
12.157
GSYH Büyümesi (1)
6,8
4,5
5,0
5,5
Toplam Sabit Sermaye Yatırımı (1)
22,0
5,5
8,7
9,6
Kamu
28,6
-8,9
0,7
1,0
Özel
20,0
10,0
10,8
11,6
Nüfus (Yıl Ortası, Milyon Kişi)
72,7
73,5
74,3
75,1
İşgücüne Katılma Oranı (%)
48,8
48,3
48,4
48,5
İstihdam Düzeyi (Milyon Kişi)
22,5
22,7
23,2
23,6
İstihdam Oranı (%)
42,8
42,6
42,8
43,0
İşsizlik Oranı (%)
12,2
12,0
11,7
11,4
DIŞ TİCARET
İhracat (FOB) (Milyar Dolar)
111,7
127,0
143,5
160,0
İthalat (CIF) (Milyar Dolar)
177,5
199,5
222,5
245,0
Dış Ticaret Dengesi (Milyar Dolar)
-65,8
-72,5
-79,0
-85,0
İhracat /İthalat (%)
62,9
63,7
64,5
65,3
Dış ticaret Hacmi /GSYH (%)
39,6
41,8
43,2
44,4
Turizm Gelirleri (Milyar Dolar)
22,5
23,8
25,5
28,0
Cari İşlemler Dengesi (Milyar Dolar)
-39,3
-42,2
-45,1
-47,8
Cari İşlemler Dengesi / GSYH
-5,4
-5,4
-5,3
-5,2
Ham Petrol Fiyatı (Dolar/w) (2)
76,8
79,9
81,8
83,1
Ham Petrol İthalatı (Milyar Dolar)
9,3
10,6
11,8
13,1
Enerji İthalatı (27. Fasıl, Milyar Dolar)
37,8
42,9
47,9
53,1
ENFLASYON
GSYH Deflatörü
8,0
5,8
5,3
4,8
TÜFE Yıl Sonu % Değişme (Tahmin) (3)
7,5
5,3
5,0
4,9
(1) Sabit fiyatlarla yüzde değişimi göstermektedir.
(2) DPT tarafından IMF tahminleri kullanılarak yapılan hesaplamalardır.
(3) 10 Aralık 2009 tarihinde belirlenen enflasyon hedefleri, 2010 yılı için yüzde 6,5, 2011 yılı için yüzde 5,5 ve 2012 yılı için yüzde 5’tir.
Kaynak: http://www.sp.gov.tr/documents/OVP2011-13.pdf
35
Sonuç
1923’den günümüze Türk Ekonomisi ekonomik düzen ve sistemini oluşturma çabalarını ekonomik yapısını ve sürecini gelişmiş bir ekonomi düzeyine çıkarmak ve istikrarlı kılmaya yönelik iktisat politikaları ile sürdürmüştür. Türkiye, Atatürkle kazandığı ve ABD Başkanı Truman’ın da deyişiyle “güçlü ve bağımsız ülke” konumunu kırklı yılların ikinci yarısından itibaren yitirmeye başlayacak, izleyeceği iktisat politikalarını belirleme ve yürütme sürecini ilerleyen dönemlerde önce IMF-WB, sonrasında da bunlara eklenen AB hedeflerine ikame edecektir. Kapitalist bir ekonomi oluşturma hedeflerinde Türkiye öncelikle kendi iradesi, gücü ve birikimleriyle Atatürk döneminde, gerek özel sektörün gerekse kamu işletmeciliğinin desteklenmesi biçiminde yaşanmıştır. Savaş yılları ve kapanma zorunlu olarak bu dönemi harp ekonomisi koşullarına yöneltmiştir. Bu dönemin kendi eksiklikleri ve yanlışlıkları olmasına rağmen dönemi olduğu gibi eleştirenlerin sözü edilen politikaların alternatiflerini o dönemin Türkiye’nin gücünü de dikkate alarak düşünmesini öneriyorum.
Ellili yıllar, güçlü olmak ve bağımsız kalabilmek ideolojisinin tarihin derinliklerine itildiğinin yaşandığı bir dönemin göstergesidir. Çok partili yaşama geçiş sonrası iktidarın devredildiği bu dönem, demokrasi, batı dünyasına eklemlenme, enflasyon, devalüasyon, cari açık, iç göçler ve kentleşme ile özel sektörün önceliklenmesini gösterir. Diğer taraftan AB yolculuğuna aktif katılım talebi bu dönemin sonunda yaşanmıştır. Altmışlı yılların başlangıcı Türk demokrasisi açısından olumsuz bir tabloyu ortaya çıkarmış ve böylece askeri darbe ya da yönetimler maalesef hem Türk demokrasisinin, hem de ekonomisinin ayrılmaz bir parçası olagelmiştir.
Buna karşın yeni bir kalkınma anlayışı, diğer bir anlatımla kalkınma plancılığına dayalı, ekonominin kamu ve özel sektörlerinin karmalaştırıldığı ve bu şekilde tanımladığı dönem dönem (altmışlı ve yetmişli yıllar) ithal ikameci bir sanayileşme stratejisiyle yürütülür. Ankara Antlaşması ile AB yolculuğu kurumsal ve yasal bir düzleme aktarılır. Büyümenin yüksek, enflasyonun düşük, sendikal özgürlüklerin yüksek ve toplumun alt ve orta kesimlerinin seksenli yıllara kıyasla göreceli olarak gelir pastasından daha fazla pay aldığı bu yıllarda Keynesyen iktisat politikaları kamu mühaleciliği politikalarıyla etkin biçimde kullanılmıştır. Bunlarla birlikte yetmişli yılların başlarında ABD ekonomisindeki yeni dönüşüm ve ortalarında petrol fiyatlarındaki yükselmenin de etkisiyle Avrupa’da yaşanan stagflasyon Keynesyen iktisat politikalarının adım adım terkedilmesini ve nihayet yeni bir dünya düzenini küreselleşme slaganı altında getirirken, bu yılların sonları Türkiye ekonomisinde döviz krizi, küçülme ve enflasyon sorunlarıyla birlikte siyasal krizleri ve terörü doğurmuştur.
Seksenli yılların başları hem iktisadi düzen tercihi olan kapitalist ekonomi yolculuğunu serbest piyasa ekonomisi vurgusuyla yeni bir aşamaya sürükler, hem de ihracata dayalı sanayileşme modeli, özelleştirme ve küçülen devlet ile sonrasında izlenilecek finansal serbestleştirme (liberilizasyon) politikalarını öne çıkarır. Bu yeni dönemin perdesi için gerekli ortam (sahne!), 24 Ocak 1980 İstikrar kararlarını kabul eden sivil iktidar tarafından IMF ve WB ile birlikte hazırlanır. Ancak geçmiş dönemlerde olduğu gibi perde 12 Eylül’de askeri darbeyle iktidara gelen askeri yönetim tarafından perde açılır. Seksenli yıllar istikrar arayışlarının ekonomik ve siyasal alanlarda birlikte arandığı yıllar olup, süreç ülke dışı küresel aktörler olan IMF-WB ve AB destekleri ile sürdürülmüş ve yürütülmüştür.
36
İkibinli yıllar Güney Doğu Asya ve Rusya kaynaklı bir krizle yeniden dizayn edilecek, ancak sabit döviz kuru çıpasına dayalı bir istikrar programının uygulandığı bu ilk aşama 2001 yılı başında başarısız sonuçlanacaktır. Şubat 2001 krizi ve bunu önlemeye yönelik Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, Türkiye’nin piyasa ekonomisi tercihlerinin yasal anlamda netleştirildiği bir dönem olmakla birlikte, siyasal anlamda bir koalisyon hükümeti döneminde alınan bu kararların hemen izleyen yılın sonunda 2002’de bir partinin iktidara gelmesi ve ona devredilmesi ile uygulanması sürdürülecektir. Bugünde iktidarda olan dönemin hükümeti ilk altı yılında bu kararlara sadık kalacak, enflasyon ve büyüme rakamları dikkate alındığında göreceli olarak istikrarlı bir ekonomi hedefine ulaşılacaktır. Ancak cari açık, işsizlik, gelir dağılımındaki başarısızlıklar ve tarım sektöründeki gerileme önlenemeyecektir. AB yolculuğu 1999 yılı sonunda Türkiye’nin Aday Ülke olması ile yeni bir aşamaya geçecek, 2004 yılında da müzakere sürecinin yolları açılacaktır. Artık Türkiye AB’ne tam üye olabilmek için müzakere yapan bir ülke konumuna yükselmiştir. Siyasal ve bazı sosyal sorunlara rağmen süreç devam etmektedir.
2008 yılı ortalarından itibaren ABD’de finans piyasalarında başlayıp, önce İngiltere, İzlanda, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerini sonrasında da dünyayı etkileyen küresel finans krızi doğal olarak Türkiye’ye teğet olmamış, önemli ölçüde etkilemiştir. Mal ve finanas piyasaları dışa açık bir ekonominin böylesi bir krizden etkilenmemesi herhalde mümkün görünmemektedir. Küresel krizin etkileri halen Yunanistan, İspanya, Portekiz, Belçika ve İtalya gibi Avrupa Birliği ülkelerinde etkili olmaktadır. Türk ekonomisi içinde krize duyarlılık en üst seviyede olup, ekonomide daralma ve enflasyon ile dış ticaret bundan etkilenebilecektir.
Türkiye için bu dönemde öncelikli hedef, herhalde kendi ulusal ekonomi politikalarını belirleyebilme ve bunları uygulayabilme yeteneğine sahip olabilmesidir. Kendi kaynak ve birikimleri ile genç nüfus ve doğal-coğrafi üstünlüklerine, akıl ve bilim ışığında yetişmiş insan sermayesine ve girişimci potansiyeline sahip çıkmalı ve desteklemelidir. Türk ekonomisinin motoru niteliğinde olan KOBİ’lerin yanısıra mikro işletmeler için özgün ve yenilikçiliğe dayalı stratejiler ve politikalar üreterek uygulamalıdır. Bilim-sanayi (ekonomi) işbirliği ile sosyo-ekonomik kalkınmasını, bireyin temel hak ve özgürlükleri ile bütünleştirerek “muasır medeniyetin ötesine” taşımalıdır.
37
KAYNAKÇA
1-YAZARIN TEBLİĞ İÇİN KULLANDIĞI KENDİNE AİT YAYINLARI
ALTAY, N. OĞUZHAN (2000); “Türkiye’de İktisadi Dönüşümlerin Sosyo-Ekonomik Sonuçları Üzerine Bir Deneme”, Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı 2.
ALTAY, N. OĞUZHAN (2007), “Grundlegende Strukturreformen in der türkischen Wirtschaftsentwicklung, Wirtschaftliche und Sozialpolitische Strukturreformen in Deutschland und der Türkei, EÜ-KAS-EBSO Uluslararası Sempozyum, 18–19.10.2007, İzmir.
ALTAY, N. Oğuzhan, “Die Wirtscahftsentwicklung in der Türkei und die Perspektiven der Beitrittsverhandlungen zur EU”, der Konferenz im Rahmen des Jean Monnet Moduls Europaeische Integration, 16 Juli 2008, Universitaet Passau-Deutschland.
ALTAY, N. OĞUZHAN (2008), Türk Ekonomisindeki Gelişmelerin Sanayi Sektörüne Etkileri (2000–2008), Mercek Dergisi, MESS, 13, 51, Temmuz.
ALTAY, N. OĞUZHAN (2008), “Avrupa Birliği’ne Tam Üyelik Sürecinde Türkiye Ekonomisi ve İzmir’de Yatırım İmkânları İle KOBİ İşbirlikleri”- Küresel Krizde KOBİ’lere Yeni Açılımlar, TİDAF Almanya-DEÜ İİBF-EGE KOBİDER- 18–20 Aralık 2008, Köln-Almanya.
ALTAY, N. OĞUZHAN (2009), “Küresel Kriz ve Avrupa Birliği’ne Tam Üyelik Sürecinde Türkiye Ekonomisi”, İlaç-Haber-Aktüel, İzmir Eczacı Odası Dergisi, Şubat, İzmir.
ALTAY, N. OĞUZHAN (2009), “Küresel Krizden Nereye”, KOBİ Dünyası, EGEKOBİDER Yayın Organı, Yıl 4, Sayı 18, Eylül-Ekim, İzmir.
ALTAY, N. OĞUZHAN (2009), “Türkei”, Erwartungen an den G20-Gipfel in Pittsburg, (Edit. Gerhard Wahlers), Ein Internationales Stimmungsbild, KAS, Sankt Augustin/Berlin- Almanya, September.
ALTAY, N. OĞUZHAN (2010), “1923–1939 Dönemi Türk Ekonomisinde Uygulanan Devletçilik Görüşünün Klasik ve Keynesyen İktisadi Görüşleri İle Mukayesesi”, İkinci İktisat Tarihi Kongresi, 24–25 Haziran 2010, Fırat Üniversitesi-Fen Edebiyat Fakültesi, Elazığ.
2-YAZARIN YUKARIDAKİ YAYINLARINDA KULLANDIĞI KAYNAKLAR
AFETİNAN, Ayşe (1989); İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu- Türk Tarih Kurumu Yayınları, XVI. Dizi-Sa. 46a, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
AKALIN, Güneri (2000); Kamu Ekonomisi, Akçağ Yayınları, 314, Ankara.
AKAT, A. Savaş (1984); Alternatif Büyüme Stratejisi, İktisat Politikası Yazıları, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
AKIN, İlhan F. (1993); Kamu Hukuku, 6. Bası, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul.
38
ALTAY, N. Oğuzhan (2000); “Türkiye’de İktisadi Dönüşümlerin Sosyo-Ekonomik Sonuçları Üzerine Bir Deneme”, Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı 2. 2000.
ALTAY, N. Oğuzhan (2007); “Türk Ekonomisinde Temel Yapısal Reformlar ve Sonuçları (1923–2007), Wirtschaftliche und Sozialpolitische Strukturreformen in Deutschland und der Türkei, EÜ-KAS-EBSO Uluslararası Sempozyum,18–19.10.2007, İzmir.
ALTAY, N. Oğuzhan (2008), “Die Wirtscahftsentwicklung in der Türkei und die Perspektiven der Beitrittsverhandlungen zur EU”, der Konferenz im Rahmen des Jean Monnet Moduls Europaeische Integration, 16 Juli 2008, Universitaet Passau-Deutschland.
ATATÜRK, M. Kemal (1984); Nutuk, I ve II. Cilt, (1920–1927), Yay. Haz. Zeynep Korkmaz, Başbakanlık Basımevi, Ankara.
ATEŞ, Toktamış (1997); Türk Devrim Tarihi, Der Yayınları, İstanbul.
AYSAN, Mustafa (1987); “Atatürk’ün Ekonomik Görüşü”, Atatürk Yolu, AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara.
AYDEMİR, Şevket S. (1986); İnkılâp ve Kadro, Üçüncü Basım, Remzi Kitapevi, İstanbul
AYSAN, Mustafa (1987); “Atatürk’ün Ekonomik Görüşü”, Atatürk Yolu, Ed. Turhan Feyzioğlu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu- Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
BORATAV, Korkut (1992); Türkiye Tarihi 4-Çağdaş Türkiye 1908-1980, Yay. Haz. Sina Akşin, Cem Yayınevi, İstanbul.
BORATAV, Korkut (2005); Türkiye’de Devletçilik, 2. Baskı, İmge Kitapevi, Ankara.
COŞAR, Nevin (1995); Türkiye’de Devletçilik, Birinci Baskı, Bağlam Yayıncılık, İstanbul.
ÇAM, Esat (1987), Siyaset Bilimine Giriş, Der Yayınları, İstanbul.
DEMİR, Fevzi (2005); Anayasa Hukukuna Giriş, -Genel Esaslar ve Türk Anayasa Hukuku-, 6. Bası, Anadolu Matbaacılık, İzmir.
DEMİR, Osman (1997); Ekonomide Devlet, SPK- Yayın No:71, Tisamat Matbaası, Ankara.
DURSUN, Davut (2008); Siyaset Bilimi, 4. Bası, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul.
EKREN, Nazım (2009); Türkiye Kısa İktisat Tarihi, ODTÜ Yayıncılık, Ankara. (bu kaynak bu çalışmada kullanılmıştır.)
EROĞLU, Hamza (1987); “Milli Egemenlik”, Atatürk Yolu, Ed. Turhan Feyzioğlu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu- Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
39
ERSOY, Arif (2008), İktisadi Teoriler ve Düşünceler Tarihi, 3. Basım, Nobel Yayın ve Dağıtım, Ankara.
ERTAN, Temuçin F. (1994); Kadrocular ve Kadro Hareketi, Kültür Bakanlığı Yay. 1712, Milli Kütüphane Basımevi, Ankara.
GENCER, A. İhsan-S. Özel (2001); Türk İnkılâp Tarihi, Sekizinci Basım, Der Yayınları, İstanbul.
GİRİTLİ, İsmet (1988); Atatürkçülük İdeolojisi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu- Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk ve Atatürkçülük Dizisi 6, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
GÖZLER; Kemal (2000), Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin Kitapevi Yayınları, Bursa.
GÜLALP, Haldun (1995); “Ulusçuluk, Devletçilik ve Türk Devrimi: Bir Erken “Bağımlılık” Teorisi”, Türkiye’de Devletçilik, Der. Nevin Coşar, Birinci Baskı, Bağlam Yayıncılık, İstanbul.
HAMİTOĞULLARI, Beşir (1982), Çağdaş İktisadi Sistemler, -Strüktürel ve Doktrinel Bir Yaklaşım, A.Ü. SBF Yayınları No:508, AÜ Basımevi, Ankara.
İBB – İzmir Büyükşehir Belediyesi (2004); İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat–4 Mart 1923, Kent Kitaplığı, Stil Matbaacılık, İzmir.
JARCHOW, Hans J. (1988); “Der Keynesianismus”, Geschichte der Nationalökonomie, Ed. O. Issing, 2. Auflage, Verlag Franz Vahlen, München.
KAZGAN, Gülten (1980), İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitapevi, İstanbul.
KEPENEK, Yakup- N. Yentürk (2005); Türkiye Ekonomisi, Genişletilmiş ve Geliştirilmiş Yeni basım, 18. Basım, Remzi Kitapevi, İstanbul.
KÖK, Recep (2000); İktisadi Düşünce-Kavramların Analitik Evrimi, Anadolu Matbaacılık, İzmir.
KURUÇ, Bilsay (1987); Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Bilgi Kitapevi, Ankara.
LEWİS, Bernard (1984); Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2. Baskı, Çev. Metin Kıratlı, AKDTYK Türk Tarih Kurumu yayınları, IV. Dizi, S. 8, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
Maliye Bakanlığı, http://www.muhasebat.gov.tr/ekogosterge/index.php
MGK- Milli Güvenlik Kurulu (1990), Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından No.1, Büro-Tek Ofset Matbaacılık, Ankara.
MOLİTOR, Bruno (1988); Wirtschaftspolitik, R. Oldenburg Verlag, München-Wien.
MUMCU, Ahmet (1982), Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, Yedinci baskı, İnkılâp ve Aka Kitapevleri, İstanbul.
40
MUSGRAVE, Pegy-Richard (1984), Public Finance in Theory and Practice, Mac Graw Hill, New York.
RECKTENWALD, Horst Claus (1988); “Die Klasik der ökonomischen Wissenschaft”, Geschichte der Nationalökonomie, Ed. O. Issing, 2. Auflage, Verlag Franz Vahlen, München.
SAVAŞ, Vural F. (1997); İktisatın Tarihi, Avcıol Basım-Yayım, İstanbul.
SAVAŞ, Vural F. (2000), Piyasa Ekonomisi ve Devlet, Liberte Yayınları, Ankara.
SAYBAŞILI, Kemali (1993); Liberalizm, Refah Devleti, Eleştiriler, Birinci Baskı, Bağlam Yayınları, İstanbul.
SMİTH, Adam (2007); Ulusların Zenginliği 2, Çev. Metin Saltoğlu, Palme Yayıncılık, Ankara.
STİGLİTZ, Joseph E. (1994), Kamu Kesimi Ekonomisi, (Çev. Ömer F. Batırel) İkinci Baskı, MÜ Yayın No:549, İİBF Yayınları No:396, İstanbul
STEWART, Michael (1972); Keynes and After, Second Edition, Penguın Books, New York.
TEKELİ, İlhan, S. İlkin (2009); 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, Türkiye Belgesel İktisat Tarihi 1, Bilge Kültür Sanat Yayın Dağıtım, İstanbul.
TİSK, Rakamlarla Türkiye, Muhtelif yıllar.
TÜİK, www.tuik.gov.tr, Sanayi Üretim Endeksi, 2008 ve 2009 Sayıları.
TÜİK, İmalat Sanayinde Eğilimler, Kasım–2008 (Üretim – Satışlar – Fiyatlar) Sayı:190, 05 Aralık 2008
TÜİK, Dış Ticaret Endeksleri, Ekim/2008 Sayı:19,105 Aralık 2008
TÜİK, Hane Halkı İşgücü Araştırması 2008 Eylül Dönemi Sonuçları (Ağustos, Eylül, Ekim 2008), Sayı: 193, 15 Aralık 2008
TÜİK, İmalat Sanayinde Eğilimler, Ekim–2008, Sayı:175,11 Kasım 2008.
TÜİK, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, III. Dönem: Temmuz, Ağustos, Eylül-2008, Sayı:194, 15 Aralık 2008
TÜİK, Dış Ticaret İstatistikleri, Ekim -2008 Sayı:184, 28 Kasım 2008
TÜİK, 2007 Yoksulluk Çalışması Sonuçları, Sayı: 192, 5 Aralık 2008
TÜİK, Finansal Yatırım Araçlarının Reel Getiri Oranları, Ekim – 2008, Sayı: 176, 12 Kasım 2008
TÜİK, Tüketici Güven Endeksi, Ekim/2008 Sayı:180,17 Kasım 2008
TÜİK, Üretici Fiyatları Endeksi, Kasım / 2008 Sayı:187, 03 Aralık 2008
TÜİK, Tüketici Fiyatları Endeksi, Kasım / 2008 Sayı:186, 03 Aralık 2008